Bazı
yaşadıklarımızı hatırlar, ömrümüzün sonuna kadar saklarız. Bazılarını ise sanki
hiç yaşanmamış gibi sonsuza dek sileriz hafızamızdan.
Bazıları anıları saklamasını sevmez,
bazıları anıları da, insanları da biriktirir.
Kirpi
yavrusunu pamuğum diye severmiş ya, herkesin yaşadığı da kendine “en” dir.
Sıradan da
olsa hatıraları anmak, anlatmak.
Ama hepsinden keyiflisi, yazmak…
Bir zamana
ve bir mekana ait geçmişten bahsedip, anıları yad ediyorken, sıradan bir Fikri
Amca’yı, komşu Müzeyyen teyze’ yi kimse hatırlamaz. Oysa o şehirlerde, o
mahallerdeki delileri, atipik insanları, bizde yer edenleri, iz bırakanları
asla unutmayız.
...
...
...
Çocukluktan
çıkıp gençlik kategorisine geçtiğimiz yıllarda Kani abi hep etrafımızda,
eşrafımızdandı. Aslında biz onların hep etrafındaydık.
Çocukluğumun
ve ilk gençlik yıllarımın muhteşem insanları…
Kabul
ediyorum, böyle adamlar her yerde vardır.
Ama "onları bir araya, aynı zamana denk getirmek de neyin nesi?"
Onlarla
oturup sohbet etmek, anılarını dinlemek… Hiç kimseye, en yakın arkadaşına bile
anlatamadığım, aşık olduğum kızdan bahsetmek, tarifi olmayan bir şeydi.
- N’oldu
konuştun mu kızla?
- Yok be abi.. Yalnız gezmiyor ki. Bi yalnız yakalasam… Ama yarın, yarın kesin,
kesin yani…
- Akşam şarabı çekerken öyle demiyordun ama “Tutacam kolundan, çekecem kenara
“seviyorum ulan” diyecem. Sen bu boku yiyemeycen galiba..? Ben babasını
tanıyorum kızın, istersen bir de babasıyla konuşayım.
- Ya tamam be abi, sana da bir şey anlatmaya gelmiyor yani.
Belki de
koca koca adamların bizi adam yerine koyarak; karşılarına alıp dinlemeleri,
bizimle şarap içmeleri, sohbet etmeleriydi hoşumuza giden.
Her gün uğramazsak
bir şeylerin eksik olduğunu düşünür, hatta kendimizi suçlu
hissederdik.Özellikle bütün ekibin genelde bir araya geldiği akşamüstleri en
özel zamanlardı.
Yolun boşalacağı zamanı bekleyip maç yapabileceğimiz zamana dek onların arasına
karışmak, onlardan birisi olmak için birbirimizle yarışırdık.
…
…
…
Üzerinden
çıkarmadığı ekose takım elbisesinin içine beyaz gömlek giyerdi Kani abi.
Gömleğin açık yakasını da fularla kapatır, her daim jilet gibi dolaşırdı.
O ekose takım elbisesi, her yere beraber gittiği bisikleti, kafasının üstünde
taşıdığı tüylü fötr şapkası ile bulunduğu ortamda onu fark etmemeniz mümkün
değildir.
Bu görüntüsü ile sıra dışı biri olduğunu bir bakışta anlayabilir, hatta o ilk
bakışla kaçığın biri olduğunu bile düşünebilirsiniz. Ancak, konuşmaya
başladığınızda; düzgün Türkçesi, kibar konuşması ve nazik tavırları ile de aynı
zamanda onu ciddiye almanız gerektiğini hissettiren, bilgiç bir adamdır Kani
abi.
Zayıf vücut yapısı, ince kemerli burnu ve beyaz teni ile nereli olduğuna karar
veremeyeceğiniz, 45 – 50 yaşlarında olmasına rağmen yaşını asla
kestiremeyeceğiniz, başka zamanların, hatta başka bir çağın adamıydı.
Nereden
kaldı, asıl hikayesi nedir bilmiyorum? Kani abinin bir tiki vardı ve bu tiki
lakabı olup yapışmıştı adeta ona. Öyle ki, “Kani bilmem ne” deseniz kimse
tanımaz ama “Kuk Kani” dediğinizde tanımayan da çıkmazdı onu.
Hiçbir zaman yüzüne karşı böyle bir şey söylemek cesaret edilemese bile, yakın
arkadaşlarının, tikini bilen yaramaz çocukların ve kendini bilmez hayta gençlerin;
bisikletini adeta “Mercedes 230” kullanıyormuş edasıyla sürerken gördüklerinde,
kızdırmak için arkasından “kuuk..!” çektikleri, onun da birden zıvanadan çıkıp
ağzı dolusu küfürler savurarak onları kovaladığı görülmüş ve hatta;
- Aşşaki
maaledeki fırıncı Yakubun ismail’i yakalamış, aazını burnu kırmış kızanın “Kuk
Kani”
Rivayetleri dolaştığı da olmuştur biz çocuklar arasında.
…
Göz
alabildiğine açık gökyüzü, Işıl ışıl yıldızlı, ılık, güzel bir bahar gecesi.
İçtiğimiz tekel birasının feri kafalarımızı bulandırmaya yetmese de; bütün bir
şehri, zamanı, hatta hatıraları bile saran, içimize işleyen, canımın içi
ıhlamur kokusu.
Bu güzel bahar gecesinin geç bir saatinde, kraliçe Elizabeth'in sarayına kadar
uzanan yolun kenarındaki parkta, yaşlı ıhlamurun tam altında, oturmuş sohbet
ediyoruz.
Bir çoğumuz, “o saatte” eve gittiği için babasından okkalı bir fırça yiyeceğini
bilmesine rağmen, sohbete, kahkahaya kıyıp da eve gidemiyor. Tam birisi
kalkmaya niyetleniyor ki, yeni bir hikaye, yeni bir kahakaha tufanı başlıyor,
gitmek için kıçını kaldıran, kaldırdığı gibi bırakıyor aynı yerine.
Tek tük geçen arabaların dışında bizden başka gecenin sessizliğini bölen hiçbir
şey yok.
…
Yaz
gecesinden bir kaç sene öncesinde yaşanıyor bu hikaye.
Cehennem
gibi sıcak bir yaz öğleden sonrası, asfalt erimeye yüz tutmuş. Çıraklıktan
arttırıp, iple çektiğimiz bu pazar gününde, balık tutmaya gitmediğimiz için
pişman, sıcaktan kıpırdayamaz halde, miskin miskin pinekliyoruz; ben ve “büzükteşim”.
(Annem öyle diyor. Onlarla çok fazla zaman geçirdiğimi düşünen ve bu duruma
kızan annemin, en yakın arkadaşlarımın geneline, tek tek verdiği isim bu.)
Otobüs
durağının gölgesinde oturmuş, yoldan gelen geçeni izliyoruz. Her geçene
muhakkak bir bok atıyoruz ki, böyle avare zamanlarda en sevdiğimiz oyunlardan
birisi bu.
“Bedford
Hüseyin” tabladaki marullara su serpiyor, Kasap Süleyman hortumla caddeyi
ıslatıyor. Sıkıcı, sıradan bir yaz öğleden sonrası işte.
Sıcaktan mayışmış, oyundan vazgeçmiş, iç sıkıntımızla kendi iç sessizliğimize
gömülmüşüz.
“Büzükteş”im ne düşünüyor bilmiyorum ama ben kurulacak en güzel, içinde aşk
geçen, sevgi geçen cümleler kurmaya çalışıyorum. Hayata dair ne biliyoruz ki,
kadınlara dair bir şey bilelim. Kasetçi faruk'un dediği "ilk cümle çok
önemli" geçip karşısına ne diyebilirim ki ?
Kani abi
bisikletini park ediyor, Taşhan ‘ın taş duvarına.
Muhteşem ekibin tamamlanmasıyla beraber, şarap saatinin geldiğinin de habercisi
bu.
Şarap saatlerinde manava giren müşteri, bir kadın ya da bir aileyse, çay
bardağına konulan şarap, çay kaşığıyla karıştırılmak suretiyle “biz aslında
gerçekten çay içiyoruz, kesinlikle şarap içmiyoruz” havası yaratılmaya
çalışılır. Bardakta şarap bitmiş ve içerideki müşteri bir türlü çıkmak
bilmiyorsa, “Hüseyin oğlum, koy bana bir çay daha” diyerek durum da
pekiştirilirdi.
Kasap
Süleyman’ın çırağı, Kani abinin bisikletinin kornasını çalıyor.
Elle, parmak yordamıyla sıkılan, sıkıldıkça hava dolu yuvarlak lastik haznenin
içindeki havanın sıkışarak borunun içindeki ses düzeneğini harekete geçirmesi
vasıtasıyla, kornadan ses çıkarması prensibine dayalı, bildiğiniz basit havalı
korna işte.
Ama
kasabın çırağı sıkmıyor, adeta otomatiğe bağlamış, ha bire mıncıklıyor.
- Fonk..
fonk.. Fonkfonkfonk…!
Kani abi
dışarıya çıkıyor.
Veledin yüzünde sinsi bir gülümseme, köşeyi dönüp sıvışıyor.
- Çalma
oğlum, çalma yavrum.
Kani abi
içeri giriyor;
- Fonk
fonk fonk fonkfonk.
Aynı
mizansen tekrarlanıyor;
- Yapma be
evladım, çalma be çocuğum
Kani abi
bir gözü etrafta; karizmayı çizdirmeden, havasını da bozmadan tekrar içeriye
giriyor. İçeride, şarabı ve muhabbeti yarım bırakarak dışarı çıkmak zorunda
kalmak canını sıkıyor, her halinden belli. Üstelik çıkan o komik korna
gürültüsü de cabası.
Sanırım en çok da, değer verip gözü gibi baktığı, üstünden inmediği
bisikletine, bir velet tarafından reva görülen muamele kanına dokunuyor.
Yaklaşık
bir yirmi dakika cebelleşiyor kani abi ve yüzsüz çırak.
Aynı olay ben diyeyim yedi, siz deyin on defa tekrarlanıyor.
-
Fonkfonkfonkfonk…..
O kibar, o
beyefendi, o fular takan Kani abi, hışımla fırlıyor sokağa;
- Çalma
pezevengin oğlu çalma..! Sen git evde babanın taşaklarını sık..!
…
Bu hikâye
de atlanmıyor, anlatılıyor ve gülünüyor aynı etkiyle.
Gece
ilerliyor, ay dönüyor, gülmelerin sonu geliyor.
Biralar bitiyor, ıhlamur kokusu içimizi bayıyor.
Artık gitmenin vaktinin geldiği söyleniyorken tam da;
- A ha
kani abi…
- Hadi be..! nerde?
Kafalar
çevriliyor, bütün ağızlar susuyor, derin bir sessizlik.
Caminin köşesinden kıvrılan yolun başında tüylü fötrü, ekoseli takım elbisesi
ve bisikletiyle Kani abi bize doğru geliyor. Birazdan önümüzden geçecek.
İlk şoku atlamanın ardından, az önce anlattığımız hikayenin de etkisiyle hafif
gülüşmeler oluyor.
- Sakın
olm bak kimse “kuk” demesin.
Herkes
kendi fikriymiş gibi birbirine aynı şeyi tekrarlayıp duruyor.
- Sakın
olm bak..!
Bunu
söylerken yüzlerde öyle bir ifade var ki; sanki Kani abiyi huzurevine
yatırmışlar, bizde hep beraber ziyaretine gitmişiz, içeri girmeden önce “Sakın
ama bak! kimse kuk demesin” Bir duyarlılık, bir iç parçalayıcı üçüncü sınıf
drama oyuncu edası… Bugüne kadar aramızda Kani abi’ye “kuk” çekmiş kimse yokmuş
gibi bir hissiyat.
Dile getirilmese de fikir birliği oluşuyor, belli ki orada olduğumuzu bile
sezdirmeden geçip gitmesini bekleyeceğiz. Sessizlik sürüyor. Kani abi başı dik,
mağrur, adeta bisiklet sürmenin ciddi bir iş olduğunu, hatta gecenin bir körü
olsa bile, “Mercedes 230” sürmekten de daha ciddi bir iş olduğunu hisseden ve
hissettiren bir edayla yavaşça önümüzden geçiyor.
Kıkırdamalar,
birbirini dürtmeler.
Tüm gözler
hala onun üzerinde, tam da ona trans olmuşken, hafifçe başını bize doğru
çeviriyor Kani abi, dudaklarını öne doğru uzatıp;
- Kuuuk..!
“Büzükteşim”
le beraber şahit olduğumuz ilk olayda da, o ıhlamur kokulu gecedeki “kuk”
vakasında da, yaşadığımız şaşkınlık ve patlattığımız kahkaha aynı etkiyi
yaratıyor; oturduğumuz banktan düşmemize sebep oluyor.
Çatışmalı
iki kuşak arasına sıkışmış; kaygılı ama mutlu, fakir ama zengin, velhasıl tuhaf
yıllar.
İtiraf edilemeyen aşklar, hep bir mahcup, hep bir mahzun, içe dönük zamanlar…