26 Eylül 2012 Çarşamba

Şimdi mevsim sonbahar...


Ne Lüfer'ler eski lüfer ne de rakılar eski "yeni rakı".
Tamburun bile eski işvesi yok, telinden mi yoksa, mızrabı tutan elden midir bilmem..?
İçtiğim rakı gibi, su katılmamış sevda yangınlarımı, yine rakıyla söndürmeye çalıştığım eski salaş meyhaneler de yok artık...
Bir sigara daha yakmak için duraksadığım kesme taşlı yolda, yeni yetme delikanlı gülüşümü arıyorum,
yağmur birikintisinden yüzüme vuran aksim de...
Heyecanlı konuşmalar, neşeli kahkahalar, güzel bir kadın yüzü geçiyor aklımdan…
Sert bir lodos savuruyor,
kahkaha gittikçe uzaklaşıyor,
Kadının yüzü hala aklımda.
Adımlarım hızlanıyor yağmurun ritmiyle...
Garip; kaçmak istediğin anıların hayali gibi yağmur,
Ne kadar kaçmaya çalışırsan o kadar ıslanıyor, bir o kadar yakalanıyorsun sağanağa…
Bir vapurun güvertesinde,
Kasım sabahı gri bir istanbul…
Sigara dumanımın çizdiği siluet…
Uçuşan acemi bir martı…
Dilimde akşamdan kalma bir şarkı…


24 Eylül 2012 Pazartesi

Anlar, kokular, çocuklar ve bahçeler/ Filbahri

Yaptığım haylazlıkların, kırdığım camların, daldığım ayvaların, çektiğim saçların sonu gelmediği için bahçeye ya da sokağa çıkma yasaklarım da bitmedi hiç.
Zaman algısı olmayan bir çocuk için yasaklarda uzun sürmez.
Büyük babamın bahçeye çıkma yasağı da çok uzun sürmezdi. Kırılan yumurtaların yerini, pazardan alınan civcivler alırdı. Kocaman bir karton kutunun içerisinde bir ampul sıcaklığında bakan da hep ben olurdum.
O civcivler büyürdü, piliç olurdu, horoz olurdu. Kesildikleri zaman yatağımda, yorganın altında sessizce ağlayan yine bendim.
Ve kandırılan;
- Oğlum baban satın almış, bu horoz senin ki değil…
Çocuk olmaktan bahsediyorum,
Hayal gibi yaşanan yıllar,
Kafamın varlığından bihaber olduğum, yani bedenimin üzerinde bir kafa taşıdığımın farkında olmadığım zamanlar.
Alnımın iki yanında sürekli boynuz gibi iki şişlik…
Annemin, ağzında ekmeği çiğneyerek hamur haline gelen parçaları şişen yerlere tülbentle yapıştırıp, pansuman yaptığı,
o hamurların ve tülbendin bir gelenek halini aldığı zamanlar.

Beton zeminden ayrılarak toprak alana ayak bastığınız an da, (sınırları ters çevrilerek yarıya kadar gömülü “Yeni Rakı” şişeleri belirlenmiş) patikanın başlangıcında, bahçeye girenlere kokusuyla “merhaba” diyen, (bir tak misali) küçük, cılız, iki ağaç; Filbahri…
Filbahrinin çiçeğinin kokusunu bilir misiniz?
Eğer biliyorsanız, çiçeklerinin tadını da biliyorsunuz demektir.
Akasyaların açtığı zamanlarda çiçeklerinin, bal özlerini tatlı niyetine midemiz bulanana kadar yerdik.
Evet, Filbahri sadece güzel kokan bir çiçekti ama bal arıları da yanılıyor olamazdı.


Hurdacı Hasan aga, köşeli yüz hatlarına yakışan, sekiz köşeli kasketi,
takas ettiğimiz şişelerin parasını verirken titreyen esmer elleri,
“r” leri hiçe sayan peltek konuşması ile hayatımda önemli yeri olan biri.
Doğuştan Esmer derisi güneşin altında daha parlak ve daha gergin görünüyor.
Yaz kış üzerinden çıkarmadığı, kolları uzun gelen gri ceketi, görünümü ve kısa boyu,
onu olduğundan çok daha genç gösteriyor..
Şişelerin, para ile paranın leblebi tozu, gofret ile değiştirilebildiği ticaret döngüsünün önemli bir mihenk taşı Hasan aga.
Hasan aga ile işim biter bitmez, köşedeki bakkalda alıyorum soluğu.
Bakkal değil, Ali Osman dede.
Gözlerime nazaran, burnum, kulaklarım ve dilim, her zaman daha vefalı oldular.
Öyle bir koku ki… Tam da, çocukluğumun arka bahçesi, kıvırcık saçlı kızın kırmızı terliği, kumral tombul çocuğun lastik tokyoları…
Gaz yağı ve ispirto bidonları,
Pirinç kefeleriyle terazi,
İrili ufaklı dirhemleri.
Hemen onun önünde, kavanoz içinde al benili akideler ve leblebili şekerler.
Pirinç ve şeker çuvalının hemen yanında üst üste duran tahta sandıklar içinde pudraya bulanmış lokumlar.
Loş hatta karanlık, şu gazeteyle kaplı pencerenin köşesinden tam ortaya, tozu ve ali osman dedenin birinci sigarasının dumanını yaran güneş huzmesi olmasa.
Tıka basa leblebi tozu dolu ağzım.
- Vapur dersen hiç püskürtmeden te bi “kıstırık” verecem. Süüle bakayım...!
- Vapurfff…
Ali Osman dede, karanlık ağzında kalan sararmış üç dişini de göstererek en şen kahkahasını basıyor ve her defasında geliyorum bu oyuna.
Bir 50 kuruşluk kayıyor avucumdan. Eğiliyorum tam almak için, tahta masanın köşesinin sivrisine çakıyorum, daha şişliği geçmemiş boynuzun birini.
O can acısıyla (50 kuruşluğu da unutmayarak) fırlıyorum kapıdan, lastik tokyo takılıyor eşiğe…

Kafada tülbent sarılı, oturuyorum kapının önünde. “Hasan Aga” nın yanık, esmer sesi ile “eskijieeee…” diye bağırmasını bekliyorum. Bir taraftan da üfleyerek dizimdeki yaraların kabuklarını soyup karıncalara veriyorum.


Yalancı baharlara aldandık,
Verilen sözlere,
Anlara, yarınlara,
Bir gamzeye,
Yandan çarklı bir tebessüme,
Maviye aldandık, yeşile,
Kırık bir notaya,
Çizik bir mısraya,
"yaralarımız da bizi yapar.. iyileşmek değil, iyi'leşmek…”
(Metin Ağabey'ime…)

Anlar, kokular, çocuklar ve bahçeler/ Teser...

Hep güzel başlayacak değil ya, bu defa kanlı başlıyor hikâye.
Kadınların dedikoduya daldığı bir an da, emekleyerek kaçtığım bahçede, kümesin ve büyükbabamın göz bebeği, Denizli horozunun tepeme çıkıp gagalaması ile başlıyor bahçe hikâyelerim.
Ki babamın elini kana bulamasına sebep.
Tepeme çıkmış horozun gaga darbeleri ile kan revan içinde kalmam, yokluğumu fark eden babamın, bahçeye fırlayıp, tek hareketle kafasını gövdesinden ayırmasıyla son buluyor ilk macera.
O gün hariç, tavuklarla, hindilerle ve hatta horozlarla aram hep iyi olmuştur.
Çok yorulmuştur diye düşünerek, kuluçkaya yatmış tavuğu, folluktan kaldırıp onun yerine oturmuşluğum bile var.
“Aman! Büyükbaba fark etmesin…” diyerek; kırılanların yerine bakkaldan aldıkları yumurtaları, tavuğun altına koyan ev ahalisinin suça yataklık etmekten dolayı duydukları vicdan azabı.
Yirmi bir gün sonunda yumurtalarda beklenen hareketin olmaması üzerine, Büyükbabamın ev ahalisini sorguya çekmesi, baskılara dayanamayan halamın, olayı tüm gerçekliği ile anlatması ve aldığım ilk süresiz bahçeye çıkma yasağı…
Bir yetişkin için yaşadığı yerin sınırları, dünyasının sınırları demektir. Ama bir çocuk için dünya, hayalleri kadar sınırsızdır…
Sünnet düğünü; bir çocuk için hem çok korkulan, hem de sonrasında “erkek” statüsüne erişebileceği en önemli tarihi eşiktir.
Sünnet düğünümün yapıldığı yer, benim bahçem.
Kordonlara bağlı, rengârenk ampullerle aydınlanan bahçede, tahta masaların üzerine serilmiş çiçekli plastik sofra örtülerinin çiçekleri hala aklımda.
Burnumda, mutfakta pişen kavurma/pilav
Damağımda, zerdeçal kokusu.
İnce saz ve boylu boyunca uzanan rakı sofraları…
Yaz akşamları bahçeye kurulan ve tüm ailenin bir arada olduğu, en şenlikli yaz gecelerimi geçirdiğim yer, benim bahçem.
Kocaman bakır leğende, gün boyu güneşin ısıttığı suya tuz dökerek, deniz özlemimizi giderdiğimiz yer, benim bahçem.
...
...
Kışın, tekrar kurulacak soba ve ekipmanları, kullanılmayan eski eşyalar, gerekli gereksiz tüm alet edevatın; sıcaktan, yağmurdan, kardan korunarak saklandığı yerdir kuruluklar. Bir çocuk içinse; zaman geçirilecek, oyun oynanabilecek en güzel köşelerinden birisidir bahçenin. Hatta komşu kızını gizlice öpebileceğiniz, (hem de dudaktan) kimsenin göremeyeceği gizli yerleri bile vardır.
Tekerlekli tahta bir tiktaktan başka oyuncağı olmayan bir çocuk;
biraz çivi, bir iki tahta parçası ve bir keserle neler yapmaz ki..?


Büyükbabam keserini arıyor.
Alet sandığında koyduğu yerde yok o meret.
O sevecen, babacan, ton ton büyükbabaların birden; siyah beyaz ekranlarda seyredip, gece de rüyamıza giren “Hüseyin Peyda” olabildikleri ender mevzulardan biridir, “Koyduğu yerde bulanamayan alet/edevat.”
Ve bizim bahçe hudutları dahilinde de, kaybolan her alet edevatın, faili meçhul her olayın müsebbibi benim.
Ayrı iki evde, aynı bahçeyi paylaştığın, bütün gün ders çalışan, çalışmadığı zamanlarda da Kemalletin Tuğcu’lardan kafasını kaldırmayan bir kuzenden hiçbir zaman sorulmaz, kaybolan bir keserin hesabı.
Saatlerce tek başına arayıp yıldıktan sonra, her cinayet masası dedektifi gibi, soruşturmaya ilk önce sabıkası olandan başlıyor “Hüseyin peyda”.
Ki olay aynen şöyle gelişiyor;
- Oki! Yavrum! keseri gördün mü?
O yaştaki bir çocuk için büyükbaba kızdırılınca Hüseyin Peyda olmanın dışında geri kalan zamanda Hulusi Kentmen’dir, Metin Oktay’dır.
Metin Oktay’ın onu adam yerine koyup, danışması karşısında havaya girmez mi bacak kadar velet? Giriyor…
- Biliyorum ben yerini…
Kuruluk, kömürlük, kümes, şu ağacın dibi, şu duvarın kenarı bütün bahçe, elde büyükbaba talan ediliyor. Ne kadar zaman geçmiş kestiremiyorum elbette. Büyükbaba artık ümidini yitirdiği noktada tekrar yineliyor sorusunu
- Nerde keser len?
Göze girmek ve ciddiye alınmanın verdiği hevesi geride bırakmış, aramanın sonuç vermemesi üzerine yiyeceği okkalı bir “siktir lan oradan pezevenk… iki saattir dolaştırıyor peşinde.” ‘in derdine düşmüş bacaksız…
- Büyükbaba be..!
- Söyle..!
- Teser nası bişey ?
Zor şey çocuk olmak,
çok zor büyüklerin isteklerine cevap vermek, onların gözüne girmek…

Mualla'ya Serenat - II


Sallana sallana, ine çıka, dolana dolana geçiyoruz Torosları.
Güneş çamların ardından göz kırpıyor.
Bir dağı aşıyoruz ve sanki bir devri aşıyoruz.
Çorak bir manzaradan ibaret her şey, göz alabildiğince aynı manzara…

Çoğu boyasız, kimi sıvasız ve damsız gri evler.
Antenler sarkıyor her yerinden.
Beton bacalar, duvardan fırlamış borular ve katranlı dumanlar…
Bütün yüzlerden gözle görülür bir sıkıntı akıyor, camlara sıvanıyor.
Daha ilerisini görmek mümkün değil artık.
Heyula’dan sıyrılıp yüzüme, üstüme bulaşan isten kurtulmaya çalışıyorum.

Antalya’dan otobüse bindiğim andan itibaren treni ve yolculuğumu düşünüyordum aslında sadece.
İlk kez uzun bir tren yolculuğuna çıkmanın telaşı ve endişesi…

Zor geçen bir kışın son günleri bunlar…

Çantam, kitabım, küçük pilli kasetçalarım, işte yine yollardayım.

İstasyon, kasabanın hemen yamacında.
Dımdızlak, çırılçıplak ceviz ağaçları ve yeşil şimşirler içerisinde.
Etrafını çevreleyen alçak, ahşap çiti biraz olsun içimi ısıtıyor. Kasvetin içerisinde bir soluk, biraz huzur, nefes aldığımı hissediyorum.

İki katlı, sarı, şirin lojmanının penceresinden sarı bir ışık süzülüyor. O sarı pencerenin ardında istasyon şefi ve tombul karısının gündelik, sıradan yaşamları…
Salonun ortasında bütün harıyla yanan sobanın telinde kurutulan çamaşırlar, pazar banyoları, çocuk bağrışmaları, ay sonu kaygıları, bilindik karı koca kavgaları, ertelenen umutlar.

Herkes bir hayat yaşıyor, basit, uzun ya da kısa, sıfatın manası yok.
Zamanın ağırlığı, mutluluğun da darası yok.
Patikadan geçip gidiyorum, sarı ışığı arkamda bırakarak.

İstasyon kahvesinin açık olan radyosundan haber spikerinin tok sesi yankılanıyor sundurmaya.
Sarı, tok ve soğuk sesin olduğu kapıdan kafamı uzatıyorum içeriye.
Meşini yırtılmış, süngerleri çıkmış, oturdukları sedirin, oturdukları köşenin bile aynı olduğu, aynı yüzlerin, aynı yaşamların istasyon kahvesi.

Sınanmış alışkanlıkların, aynılıklar kahvesi…

Gelen trenler, gidenler ve yiten zaman…

Köşede yalnız başına oturan kasketlinin önünde bir kadeh duruyor. Yaşamın derin izlerle bezediği suratını kaldırıp kapıdan gireni süzüyor.
Besbelli ki beklediği ben değilim, başka birini bekliyor.
O son kırışıklık, umduğu ile karşılaşamamanın hayal kırıklığı çizgisi, derinliğini seziyorum.

Kirli sarı boyalı duvarda, rutubetten sararmış beyaz saate ilişiyor gözlerim,
“Pamukkale ekspresi”nin gelmesine yirmi dakika var.
Çantayı yere bırakıyorum, ceketimin düğmelerini çözüyorum.

Trenler geçiyor içimden, istasyonlar, garlar.
İnenler, binenler, sürekli bende yol alanlar ve bir daha hiç uğramayacağım istasyonlar.
Uzun bir serüven bu, aylardan zemheri…

Loş bir mekân, masamızda kandil ışığı, ahşap sandalyemiz.
Kulaklarımızda, eski şarkılardaki plak cızırtısı.

Hiç konuşmadan saatlerce oturduk, saatlerce de oturabiliriz.
O kömür karası, canımın içi gözlerden süzülen yaşların sebebi ben değilim, biliyorum.
Ama bu seslerin, bu görüntülerin onu benden uzak, başka bir yerlere alıp götürdüğü de aşikar.

Nasıl böyle bakmayı becerebiliyor bilmiyorum ama alaz giriyor gözlerimden, göğsümde bir yerleri kavuruyor.
Daha henüz bu yangını söndürememişken,
hiç ummadığım bir an da uzanıp öpüyor, kızıl dudakların koru yakıyor.

+iyi gelmiyor bu şarkılar bana, gidelim buradan

- Gidelim...

İnce ince bir yağmur yağıyor…

Yürüyoruz ve hiç durmadan yürüyebiliriz.

+Uzaklara gidelim, uzun bir yolculuğa çıkalım ya da… Tren yolculuğuna çıkalım mesela?

- Tamam, gidelim.

Vuslat taşır bazen;
binilen o trenler, çıkılan o yolculuklar, o küçük istasyonlar, kocaman soğuk garlar. Ve çoğu zaman ayrılık…

Aynı kompartıman penceresinden bakamadığımız;
küçük kasabaların bahçeli evlerinin,
demlice bir bardak çayını içemediğimiz küçük istasyon kahvehanelerinin,
binemediğimiz o trenin ve çıkamadığımız o yolculuğunun küskünleriyiz… Belki de..?

İki kişilik bir bilet…
Yan yana aynı zamana sığdıramadığımız, sadece iki kişilik bir bilet… Belki de...?

Bir yalnıza, yenilmişe ait değildir ya hep;
İki kişilik de olabilir keşkeler,
İki kişilik belkiler,
Ve iki kişiliktir yarım kalanlar.
İki kişiliktir özlemler, hasretler.

O bunu hala bilmiyor…


Anlar, kokular, notlar ve şehirler - Ihlamur kokulu adamlar - I


Bazı yaşadıklarımızı hatırlar, ömrümüzün sonuna kadar saklarız. Bazılarını ise sanki hiç yaşanmamış gibi sonsuza dek sileriz hafızamızdan. 
Bazıları anıları saklamasını sevmez, 
bazıları anıları da, insanları da biriktirir.
Kirpi yavrusunu pamuğum diye severmiş ya, herkesin yaşadığı da kendine “en” dir.
Sıradan da olsa hatıraları anmak, anlatmak. 
Ama hepsinden keyiflisi, yazmak…
Bir zamana ve bir mekana ait geçmişten bahsedip, anıları yad ediyorken, sıradan bir Fikri Amca’yı, komşu Müzeyyen teyze’ yi kimse hatırlamaz. Oysa o şehirlerde, o mahallerdeki delileri, atipik insanları, bizde yer edenleri, iz bırakanları asla unutmayız.
...
...
...
Çocukluktan çıkıp gençlik kategorisine geçtiğimiz yıllarda Kani abi hep etrafımızda, eşrafımızdandı. Aslında biz onların hep etrafındaydık.
Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın muhteşem insanları…
Kabul ediyorum, böyle adamlar her yerde vardır. 
Ama "onları bir araya, aynı zamana denk getirmek de neyin nesi?"
Onlarla oturup sohbet etmek, anılarını dinlemek… Hiç kimseye, en yakın arkadaşına bile anlatamadığım, aşık olduğum kızdan bahsetmek, tarifi olmayan bir şeydi.
- N’oldu konuştun mu kızla?
- Yok be abi.. Yalnız gezmiyor ki. Bi yalnız yakalasam… Ama yarın, yarın kesin, kesin yani…
- Akşam şarabı çekerken öyle demiyordun ama “Tutacam kolundan, çekecem kenara “seviyorum ulan” diyecem. Sen bu boku yiyemeycen galiba..? Ben babasını tanıyorum kızın, istersen bir de babasıyla konuşayım.
- Ya tamam be abi, sana da bir şey anlatmaya gelmiyor yani.
Belki de koca koca adamların bizi adam yerine koyarak; karşılarına alıp dinlemeleri, bizimle şarap içmeleri, sohbet etmeleriydi hoşumuza giden.
Her gün uğramazsak bir şeylerin eksik olduğunu düşünür, hatta kendimizi suçlu hissederdik.Özellikle bütün ekibin genelde bir araya geldiği akşamüstleri en özel zamanlardı.
Yolun boşalacağı zamanı bekleyip maç yapabileceğimiz zamana dek onların arasına karışmak, onlardan birisi olmak için birbirimizle yarışırdık. 


Üzerinden çıkarmadığı ekose takım elbisesinin içine beyaz gömlek giyerdi Kani abi. Gömleğin açık yakasını da fularla kapatır, her daim jilet gibi dolaşırdı. 
O ekose takım elbisesi, her yere beraber gittiği bisikleti, kafasının üstünde taşıdığı tüylü fötr şapkası ile bulunduğu ortamda onu fark etmemeniz mümkün değildir. 
Bu görüntüsü ile sıra dışı biri olduğunu bir bakışta anlayabilir, hatta o ilk bakışla kaçığın biri olduğunu bile düşünebilirsiniz. Ancak, konuşmaya başladığınızda; düzgün Türkçesi, kibar konuşması ve nazik tavırları ile de aynı zamanda onu ciddiye almanız gerektiğini hissettiren, bilgiç bir adamdır Kani abi. 
Zayıf vücut yapısı, ince kemerli burnu ve beyaz teni ile nereli olduğuna karar veremeyeceğiniz, 45 – 50 yaşlarında olmasına rağmen yaşını asla kestiremeyeceğiniz, başka zamanların, hatta başka bir çağın adamıydı.
Nereden kaldı, asıl hikayesi nedir bilmiyorum? Kani abinin bir tiki vardı ve bu tiki lakabı olup yapışmıştı adeta ona. Öyle ki, “Kani bilmem ne” deseniz kimse tanımaz ama “Kuk Kani” dediğinizde tanımayan da çıkmazdı onu.
Hiçbir zaman yüzüne karşı böyle bir şey söylemek cesaret edilemese bile, yakın arkadaşlarının, tikini bilen yaramaz çocukların ve kendini bilmez hayta gençlerin; bisikletini adeta “Mercedes 230” kullanıyormuş edasıyla sürerken gördüklerinde, kızdırmak için arkasından “kuuk..!” çektikleri, onun da birden zıvanadan çıkıp ağzı dolusu küfürler savurarak onları kovaladığı görülmüş ve hatta;
- Aşşaki maaledeki fırıncı Yakubun ismail’i yakalamış, aazını burnu kırmış kızanın “Kuk Kani”
Rivayetleri dolaştığı da olmuştur biz çocuklar arasında. 
Göz alabildiğine açık gökyüzü, Işıl ışıl yıldızlı, ılık, güzel bir bahar gecesi. 
İçtiğimiz tekel birasının feri kafalarımızı bulandırmaya yetmese de; bütün bir şehri, zamanı, hatta hatıraları bile saran, içimize işleyen, canımın içi ıhlamur kokusu. 
Bu güzel bahar gecesinin geç bir saatinde, kraliçe Elizabeth'in sarayına kadar uzanan yolun kenarındaki parkta, yaşlı ıhlamurun tam altında, oturmuş sohbet ediyoruz. 
Bir çoğumuz, “o saatte” eve gittiği için babasından okkalı bir fırça yiyeceğini bilmesine rağmen, sohbete, kahkahaya kıyıp da eve gidemiyor. Tam birisi kalkmaya niyetleniyor ki, yeni bir hikaye, yeni bir kahakaha tufanı başlıyor, gitmek için kıçını kaldıran, kaldırdığı gibi bırakıyor aynı yerine.
Tek tük geçen arabaların dışında bizden başka gecenin sessizliğini bölen hiçbir şey yok. 
Yaz gecesinden bir kaç sene öncesinde yaşanıyor bu hikaye.
Cehennem gibi sıcak bir yaz öğleden sonrası, asfalt erimeye yüz tutmuş. Çıraklıktan arttırıp, iple çektiğimiz bu pazar gününde, balık tutmaya gitmediğimiz için pişman, sıcaktan kıpırdayamaz halde, miskin miskin pinekliyoruz; ben ve “büzükteşim”. (Annem öyle diyor. Onlarla çok fazla zaman geçirdiğimi düşünen ve bu duruma kızan annemin, en yakın arkadaşlarımın geneline, tek tek verdiği isim bu.)
Otobüs durağının gölgesinde oturmuş, yoldan gelen geçeni izliyoruz. Her geçene muhakkak bir bok atıyoruz ki, böyle avare zamanlarda en sevdiğimiz oyunlardan birisi bu.
“Bedford Hüseyin” tabladaki marullara su serpiyor, Kasap Süleyman hortumla caddeyi ıslatıyor. Sıkıcı, sıradan bir yaz öğleden sonrası işte. 
Sıcaktan mayışmış, oyundan vazgeçmiş, iç sıkıntımızla kendi iç sessizliğimize gömülmüşüz. 
“Büzükteş”im ne düşünüyor bilmiyorum ama ben kurulacak en güzel, içinde aşk geçen, sevgi geçen cümleler kurmaya çalışıyorum. Hayata dair ne biliyoruz ki, kadınlara dair bir şey bilelim. Kasetçi faruk'un dediği "ilk cümle çok önemli" geçip karşısına ne diyebilirim ki ?
Kani abi bisikletini park ediyor, Taşhan ‘ın taş duvarına. 
Muhteşem ekibin tamamlanmasıyla beraber, şarap saatinin geldiğinin de habercisi bu.
Şarap saatlerinde manava giren müşteri, bir kadın ya da bir aileyse, çay bardağına konulan şarap, çay kaşığıyla karıştırılmak suretiyle “biz aslında gerçekten çay içiyoruz, kesinlikle şarap içmiyoruz” havası yaratılmaya çalışılır. Bardakta şarap bitmiş ve içerideki müşteri bir türlü çıkmak bilmiyorsa, “Hüseyin oğlum, koy bana bir çay daha” diyerek durum da pekiştirilirdi.
Kasap Süleyman’ın çırağı, Kani abinin bisikletinin kornasını çalıyor. 
Elle, parmak yordamıyla sıkılan, sıkıldıkça hava dolu yuvarlak lastik haznenin içindeki havanın sıkışarak borunun içindeki ses düzeneğini harekete geçirmesi vasıtasıyla, kornadan ses çıkarması prensibine dayalı, bildiğiniz basit havalı korna işte.
Ama kasabın çırağı sıkmıyor, adeta otomatiğe bağlamış, ha bire mıncıklıyor.
- Fonk.. fonk.. Fonkfonkfonk…!
Kani abi dışarıya çıkıyor. 
Veledin yüzünde sinsi bir gülümseme, köşeyi dönüp sıvışıyor.
- Çalma oğlum, çalma yavrum.
Kani abi içeri giriyor;
- Fonk fonk fonk fonkfonk.
Aynı mizansen tekrarlanıyor;
- Yapma be evladım, çalma be çocuğum
Kani abi bir gözü etrafta; karizmayı çizdirmeden, havasını da bozmadan tekrar içeriye giriyor. İçeride, şarabı ve muhabbeti yarım bırakarak dışarı çıkmak zorunda kalmak canını sıkıyor, her halinden belli. Üstelik çıkan o komik korna gürültüsü de cabası. 
Sanırım en çok da, değer verip gözü gibi baktığı, üstünden inmediği bisikletine, bir velet tarafından reva görülen muamele kanına dokunuyor.
Yaklaşık bir yirmi dakika cebelleşiyor kani abi ve yüzsüz çırak.
Aynı olay ben diyeyim yedi, siz deyin on defa tekrarlanıyor.
- Fonkfonkfonkfonk…..
O kibar, o beyefendi, o fular takan Kani abi, hışımla fırlıyor sokağa;
- Çalma pezevengin oğlu çalma..! Sen git evde babanın taşaklarını sık..!
Bu hikâye de atlanmıyor, anlatılıyor ve gülünüyor aynı etkiyle.
Gece ilerliyor, ay dönüyor, gülmelerin sonu geliyor. 
Biralar bitiyor, ıhlamur kokusu içimizi bayıyor. 
Artık gitmenin vaktinin geldiği söyleniyorken tam da;
- A ha kani abi…
- Hadi be..! nerde?
Kafalar çevriliyor, bütün ağızlar susuyor, derin bir sessizlik. 
Caminin köşesinden kıvrılan yolun başında tüylü fötrü, ekoseli takım elbisesi ve bisikletiyle Kani abi bize doğru geliyor. Birazdan önümüzden geçecek. 
İlk şoku atlamanın ardından, az önce anlattığımız hikayenin de etkisiyle hafif gülüşmeler oluyor.
- Sakın olm bak kimse “kuk” demesin.
Herkes kendi fikriymiş gibi birbirine aynı şeyi tekrarlayıp duruyor.
- Sakın olm bak..!
Bunu söylerken yüzlerde öyle bir ifade var ki; sanki Kani abiyi huzurevine yatırmışlar, bizde hep beraber ziyaretine gitmişiz, içeri girmeden önce “Sakın ama bak! kimse kuk demesin” Bir duyarlılık, bir iç parçalayıcı üçüncü sınıf drama oyuncu edası… Bugüne kadar aramızda Kani abi’ye “kuk” çekmiş kimse yokmuş gibi bir hissiyat. 
Dile getirilmese de fikir birliği oluşuyor, belli ki orada olduğumuzu bile sezdirmeden geçip gitmesini bekleyeceğiz. Sessizlik sürüyor. Kani abi başı dik, mağrur, adeta bisiklet sürmenin ciddi bir iş olduğunu, hatta gecenin bir körü olsa bile, “Mercedes 230” sürmekten de daha ciddi bir iş olduğunu hisseden ve hissettiren bir edayla yavaşça önümüzden geçiyor.
Kıkırdamalar, birbirini dürtmeler.
Tüm gözler hala onun üzerinde, tam da ona trans olmuşken, hafifçe başını bize doğru çeviriyor Kani abi, dudaklarını öne doğru uzatıp; 
- Kuuuk..!
“Büzükteşim” le beraber şahit olduğumuz ilk olayda da, o ıhlamur kokulu gecedeki “kuk” vakasında da, yaşadığımız şaşkınlık ve patlattığımız kahkaha aynı etkiyi yaratıyor; oturduğumuz banktan düşmemize sebep oluyor.
Çatışmalı iki kuşak arasına sıkışmış; kaygılı ama mutlu, fakir ama zengin, velhasıl tuhaf yıllar.
İtiraf edilemeyen aşklar, hep bir mahcup, hep bir mahzun, içe dönük zamanlar…

Anlar, kokular, notalar ve şehirler - "Hanımeli"


Yorgun bir yağmur yağıyor, öyle dingin ve yavaş ki, güngörmüş bir yağmur. Toprak kokusunun beraberinde iğde kokuları getiriyor. 
Tazeliğin gülümsemesini, körpe yaprakları pıtır pıtır titreten yağmuru görüyor musunuz, eski sokakların taşlarını cilalıyor. 
Eğer beklerseniz benimle birlikte; çok değil, birazdan, sabaha karşı yan bahçede bülbül, iskete ve saka sesleri… 
Görmesem de biliyorum, çamur değil bu defa çiçek tozları akıyor taş yolların çataklarından. 
Öyle bir uyum ki bu, bu tazeliğe, kokulara, seslere hayran olmamak elde değil.
Büyük bir aşkla, tutkuyla yazılmış dizeler, satırlar geliyor aklıma, içimdeki arı kovanına çomak sokan birkaç yüz, bir an, sıcak bir nefes, göz açıp kapayana kadar sabaha varan geceler, güzel melodiler, buğulu bir ses…
Bu paragraf başı sizin kaçmak için son şansınız, bütün arılar peşimizde. 
Benim için se artık çok geç, alnında perçemi ile bir yüze takıldım, düştüm çukuruna.



Nice padişahlar geçti bu köprüden, nice ordular, nice yiğitler, arabalar, kamyonlar, gelin alayları, tankların yürüdüğünü gördüğüm de oldu, ama bize dar geliyor köprü, bu şehir, dünya…
Koskoca tarihi köprüye sığamadığımız, yalpalaya yalpalaya iki kanadına savrularak bir geceden sabaha varan neşeli, hüzünlü, şarkılı, naralı merasim geçidimiz.
Eski bir evin taş duvarının köşesinde yine yorgun bir yağmurdan korunmaya çalışırken gürül gürül çağlayan içimizi bile susturan o hanımeli kokusuna kadar sürüyor şamata.
Şimdi Görüyorum ki; susmanın, yorgun yağmurun ve o kokunun sarhoşluğu, rakının sarhoşluğundan çok daha derinmiş.
O taş duvarın ve hanımelinin çiçekleri ve kokusu altında uzun süren sükûnetin ardından şarkıya başlayarak yürümeye devam ediyoruz. 
Yollarda bağıra çağıra şarkı söylemek için rakıya ihtiyacımız yoktu elbette ama biz rakıyı çok seviyorduk.
Gece boyunca dilimize takılıp, bozuk bir plak gibi tekrar ettiğimiz aynı şarkıya, aynı yerden, aynı anda başlayarak, yağmurun altında sırılsıklam oluncaya dek yürüdük.
"Dün akşam yine benim yollarıma bakmışsın.
Gelmeyince üzülüp perdeyi kapatmışsın."
Gece boyunca sadece ondan bahsettik, o’nu anlattı; o gece, önceki gece, ondan önceki ve daha önceki gece de olduğu gibi. İyi bir dinleyici oldum hep, konuşmak bana göre değildi, kelimelerin sihrine ve gücüne inandım, sustum.
Evet, iyi bir dinleyici oldum, oldu. Birbirimizi dinlemekten hiç sıkılmadık, en saçmaladığımız zamanlarda bile.
Yağan yağmur, yürüyüp geçtiğimiz taş sokaklar, tutunduğumuz taş duvarlar, eski evler, bahçeler, çocukluğumuzu özleyip daldığımız ekşi eriklerdi aymamıza sebep belki de. 
Ama o hanımeli kokusu, o koku…
...
Bahçeli evlerin kapıları dar sokaklara açılıyor, dar sokaklarda meydana.
- Lan “kocakafalı” ne zaman açılacaksın sen bu kıza
- Şşş sessiz ol
Karşıki dar sokağın köşesinde sadece kendine münhasır sokak lambası, çöpleri karıştıran bir iki kedi, akasya ağaçları ve bizden başka hiç kimse yok.
Döne dolaşa, gün sonunda şehrin bütün yolları bu meydana çıkarıyor bizi,
Aynı hanımeli kokusu, aynı akasya ağacının altı…
Hiç konuşmadan, aynı pencereye bakıyoruz saatlerce, kendi pencerelerimizden, kendi içimize
Sabah oluyor, günler geceye dönüyor, aylar bitiyor ve yıllar geçiyor…
Sadece o gece yağmurda yürüdüğüm için değil defalarca hastalanıp ateşler içinde yataklara düştüğüm oldu. Ellerinde kolonya ziyaretime gelenlerde oldu elbette. 
Ama o gecenin ertesi günü bir elinde üç dal hanımeli, bir elinde “kocakafalı” o kızın gelişi kadar sevindirmedi hiç kimsenin ziyareti.

Anlar, kokular, notalar ve şehirler - I

Bütün kavşaklarımda bir kadın vardı mutlaka.
Patikalarımın, dar geçitlerimin, kısa/uzun yollarımın ve kavşaklarımın…
Karşınızda; içinizi titreten, başka bir gezegende olduğunuzu hissettiren bir çift göz gördüğünüzde seçebileceğiniz iki yol vardır.
İlki deli cesaretidir biraz;
O an dan itibaren, aşkın; hastalıklı, ben/likten çıkaran o tutkulu sularında yüzmeye başlarsınız …
Gariptir o yolculuk;
bir yanınız huzursuz bir nehirde dengesiz ve diken üstünde sal yolculuğu yaparken,
diğer bir yanınız da ise tuhaf bir mutluluk ılık ılık akar nehrinize…
Hastalanmışsınızdır ve dengenizi, sinirlerinizi, kahkahalarınızı, hareketlerinizi kontrol edemeseniz.
Bir bakış bile yeterken "sırça köşk"lerinizi yerle bir etmeye,
bülbüller öten bir gül bahçesi kadar mutlu ve huzurlu da hissedebilirsiniz kendinizi, bir tek sözle…
Bilmediğiniz bir dilde,
daha önce hiç duymadığınız bir şarkıda,
bilmediğiniz bir dansın figürlerini yapmak gibidir,
dans edebildiğinize şaşarsınız sadece…
Ya da;
Kuşların sesini, gül bahçelerini ve baştan çıkaran o bahar kokusunu da alır, arkanızı döner çekip gidersiniz, hiçbir şey olmamış gibi.
Görmemezlikten gelirsiniz.
Anlamamazlıktan gelirsiniz.
Üstünüze alınmasınız.
Tecrübe etmediğiniz bir yaşanmışlık olduğunu ısrarla belli etmeye çalışır, acemi görünmek için rol kesersiniz.
Öylece döner sırtınızı gidersiniz işte…
O an'a kadar olduğu gibi, korunaklı odalarınızda oturur, tanıdık hayatlar ve yüzlerle; bildik, güvenli, sıradan ilişkiler içerisinde geçirebilirsiniz ömrünüzün geri kalanını.
Bu da kesmiyorsa, işin kolayına kaçar; tanımaya gerek duymadığınız tenlerin, sıcaklığında ve şehvetinde avutabilirsiniz kendinizi.
Ve
Teğet geçerek keşfedilmesi gereken hayatları…
Ve
Akılınızın bir köşesinde asılı kalan /acaba?/larla birlikte…
Yürüyüp kaybolursunuz arka sokaklarınızda…
Adına ne dersiniz..? Korkaklık! Bıkkınlık! Bezginlik! Hiçlik!
Siz farkında olmadan, pişmanlık yüklü gemiler, o güvenli limanlarınıza çoktan yüklerini indirmeye başlamışlardır bile...

Dokuz/Sekiz


- Dönecek misin?
- …
- Ben de öyle düşünmüştüm, bu yüzden beklemiyorum zaten
- Peki, bitecek misin…?
- …
- Bak bunu ben de hesaba katmamıştım hiç…
Çıplak kireç duvarları sararmış, yer yer sıvası dökülmüş virane misali çalgıcılar kahvesinden içeri giriyorum. Kesif bir sigara dumanı karşılıyor tüm keskinliğiyle…
Esmer yüzlerin çoğu tanıdık.
Eskimiş kağıtlar, boyaları silinmiş taşlar, masa altı şarap şişeleri…
Gözlerimle onu ararken, oyundan kalkıp bana doğru yürüdüğünü görüyorum şişman gövdesiyle.
Işığa çıktığında tombul yüzünde aynı gülümseme.
Doğuştan bir yeteneğin sahibi bana uzanan bu esmer eller. İlkokul müsameresinde dinlediğim o günden bu yana, o dolma parmakların incecik tellerin arasında gezişine hayran kalır, her defasında şaşardım.
....
....
....
Ne kadar vurdumduymaz olduk.
Vurdumduymaz, umursamaz.
Sana şaşmıyorum, sen hep böyleydin aslında, kendime şaşıyorum.
Bu kadar hissiz, bu kadar tepkisiz olmama şaşıyorum.
Daha önce olsaydı sanırım usanmadan, yorulmadan, inatla peşinden koşardım, “keşke” lerim kalmasın ardımda diye.
Oysa “Keşke” bile diyemiyorum artık.
Şimdi nasıl böyle koyverdiğimi sorguluyorum.
Bu neyin bıkkınlığı? Bu neyin vazgeçmişliği..?
Küçüktüm;
Sokak boyunca kurulmuş sofralar, her yerde çalgıcılar “dokuz/sekiz” çalıyordu.
Halatlara dolanmış rengârenk ampuller, baloncular, falcılar…
Çingeneler dans ediyordu “kakava” şenliklerinde.
Mutlu yüzler görüyordum.
Bir elimde pembe pamuk şekeri, bir elimde horoz şekeri…
Mutluluk nedir diye sorsanız..? O an, o yüzler gelir aklıma, başka tarifi yok bende…
Yavaş yavaş şenliğin bittiğini, söndüğünü hissediyorum içimde bir yerlerde.
Deli çocuktum bir zamanlar, kapımızda şikâyete gelen komşular eksik olmazdı.
- Sizin çocuk akşamüstü bizim ayvaları…
- Sizin yaramaz bugün bizim kızın saçını…
- Sizin afacan okulun camını…
Birileri girmiş bahçeme ağaçlarımı talan ediyor, içimdeki çocuğun saçını çekiyor birileri, camları kırılıyor tek tek içimin…
...
...
...
Kavak pamukçukları uçuşuyor her yerde, oramıza buramıza konuyor.
Tahta masaları çekiştirip birleştiriyoruz, bizim masanın bitişiğine de çalgıcılarımızın masası ekleniyor. Köftenin yoğrulması, şişlerin hazırlanması, mangalın yakılması çok fazla zamanımızı almıyor.
Seni seyrediyorum, acemi ellerini, bıçağı tutuşunu, soğanı doğrayışını, heyecanını, telaşını…
Göz göze geldiğimiz kaçamak bakışlarımızı hatırlıyorum, birde bizim tüm işleri bitirdiğimiz süre içerisinde sizin ancak salatayı yapabildiğinizi…
- Zahmet oldu kızlar…
- Ne demek istiyorsun?
- Güzelim zaten domateslerin yarısını soyarken attınız, bu mu yaptığınız bir saattir? Sizin yaptığınıza salata değil katliam denir…
Arkam dönük mangalın ızgarasına soğan gezdirirken, kalçamda hissettiğim bıçağın ucu konuyu uzatmamam gerektiği konusunda ikna edici oluyor.
- Can güvenliğim yok kardeşim bu koşullar altında çalışamam ben.
Gülüşmelerimizi şose yolda tozu dumana katarak, çalgıcılarımızı bize getiren sarı külüstür bölüyor.
Bir yanımız, yapraklarının arasından güneşin son ışıklarının süzüldüğü serin, bahar kokulu bir orman.
Bir yanımız güzel bir kadının boynundan süzülen yeşil saten bir şal, nehir.
Yorgun, yalnız, bu küçük şehrin yaşayabileceğiniz en güzel mevsimi ve en güzel saatleri bunlar.
Mangal dumanına bir yaren gibi eşlik eden rakının kokusu,
her ikisine birden uzun zamandır görüşmemiş bir kardeş kucaklaşması ile sarılan kavun kokusu…
Derin bir nefes ve derin bir “ahh ahh… Çekiyorum.
- Hayırdır..?
- Hayır mı, evet mi bilmiyorum ki..?
- Nasıl yani..?
Karşımda oturuyorsun olanca güzelliğinle, bir elin çenende, bir elin masanın üzerinde.
Saçlarını dağıtıyor rüzgâr, bu halinle masallardaki periler kadar güzelsin.
“Nasıl yani..?” bakışı, gözlerin gözlerimde.
Şimdi elim elinin üstünde...
Bunu hiç beklemiyordun elbette.
Yalancı bahara aldanmış bir kiraz ağacı gibi şaşırarak açıyor yüzünde pembe çiçeklerin.
Her gülüşünde ortaya çıkan o esmer çukurlar için hep güzel sözler bulmalıyım sana.
tanıştığımız ilk günlerde uzun süre tanışmıyoruz gibi davranmamız bu yüzdendi
Şimdi de “değilmişiz” gibi davranmamız da tam bu yüzden…
Bu oyunun en sevdiğim perdesi.
Kürdîlihicazkâr kanun taksimi ve...
“Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim…”
- Dönecek misin?
- …
- Ben de öyle düşünmüştüm, ateşi söndürdüm zaten


22 Eylül 2012 Cumartesi

Anlar, kokular,notlar ve şehirler - Mualla bu son olsun...

Telefonu açmamla birlikte, ağmaklı sesinden tam olarak ne olduğunu anlamadığım küfürler seçiliyor;
- Hepinizin allah belasını versin, gidiyorum ben, huzur içinde yaşayın …
Dıt dıt dıt… dıt dıt dıt…
Aramasını bekliyordum elbette ama şimdi değil.

Salaş bir meyhanede, çingene sobasının arkasında küçük masamda oturmuş, rakımı içiyorum.

Telefon yine çalıyor, açmıyorum bu defa,
Biliyorum ki; yaşadığı tüm ayrılıkların gideni benim.
Şimdiye kadar tüm kalp kırıklarında çekiç gibi sözleri söyleyen de.
Geç kaldığı mesailerin, kaçırdığı vapurların, yüzüne kapanan telefonların ve kavgalarında edilen tüm hakaretlerin sebebi de benim.
Tüm bitenlerin, gidenlerin faturasını birileri ödeyecek elbette...
Bu son perdenin provasını çok aldım ben.

“Bir gün habersiz çık gel,
Bıraktığın günahları almaya
Sevginin de elleri var
Dokununca başlar rüya…”



Haylaz bir çocuktum, ele avuca sığmaz, yaramaz..
Akşam sofralarında babamın herkesi sofrada görmek isteyişini ve o sofrada ikinci dubleden sonra çatalı tutuş biçimimden tutun da, gözümün üstünde kaşım olduğu için bile zılgıt yediğim geceleri unutmam. Hiçbir şey bulamazsa eski defterleri açar ve bana sövüp sayacak bir şeyler bulurdu muhakkak.
Çocukken hiç memnun edemedim onu. Hoş, hala da bu durum pek değişmedi.

Ortaokul bitmiş, liseye başlayacaktım. Ve artık büyümüş sayılırdım.
Her yaz olduğu gibi bu yaz da çıraklık günleriyle geçiyordu, hayat ve babam hala menunsuzdular benden.
Yani, evden kaçmak için yeterli sebeplerim vardı yeterince.

Çok basit bir planım vardı;
Günlerden salıydı ve haftasonuna kadar idare etmem gerekiyordu. Hafta sonu günü birlik deniz turu düzenleyen fabrika otobüslerinden birine atlayıp yazlık bölgeye gidecek, orada bir iş bulup, çadırda yaşayacak, sezon sonuna doğru da daha güneye, daha kolay iş bulacağım yerlere gitmek için para birikitirecektim. Bütün kurgu buydu.

İlkokulu evinin sokağında olan şanslı çocuklardandım.
Okul sadece yakın oluşuyla değil, aynı zamanda maçlarımızı yaptığımız kocaman bahçesi ve Atatürk büstünün arkasında saklanıp ilk sigaralarımızı içtiğimiz sığınaklarımızdan birisiydi. Evden kaçan bir çocuk içinse, kocaman bahçesindeki ağaçlık ve yeşillik alanları ile saklanmak için en güvenli, en gizli yerdi...

...

Çocuktum; yaramazlık yapmamam, yemeğimi bitirmem için, yıllarca korkunç hikayeler anlatılmıştı bana.
Gittikçe serinleyen, serinledikçe titreten, titredikçe serinleyen, serinledikçe... Velhasıl o korkunç hikayeleri aklıma getirmemeye çalışarak, uyumaya çalışıyordum.
Yorgunluktan ve düşüncelerden bir ara hafifçe dalmışım ki, başucumdaki hareketliliğe uyandım.  Cılız hışırtılardan orada ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. esrarengiz hareketlilik o sırada göğsümün altına kadar ilerlemişti. Bildiğim , daha doğrusu hatırlamaya çalıştığım dualar aklımdan o kadar hızla geçiyordu ki ezberimde tutup, okumama imkan yoktu. Ayağa fırladım!
Allahın belası kibrit bir türlü çakmıyor, çakanlarsa sönüyordu. Ve dualar hızla akıp gidiyordu.
Çakıpta sönen bir kibrtin ışığında önce dikenlerini, sonrada siyah burnunu, küçücük gözlerini gördüm. Bütün cesaretimi toplayıp elimi attım otların arasına. Yavru kirpi top oluverdi.
O benden daha yalnız, benden de daha çok üşüyordu.
Eh.. kirpiyle koyun koyuna yatmak da durumuma yaraşır bir sondu aslında. Buradan bakınca, "SON"lar konusunda bu kadar yaratıcı olmam çocukluğuma dayanıyor demek ki diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hak vermemek elde değil, Freud bu işi biliyor... Size de oluyor mu? Bir ben bilmiyorum gibi geliyor bazen, bir ben tüm dünyanın dışındaymışım, herkes içindeymiş gibi.

"Kocaman bir yalnızlık."

Evden kaçan bir çocuk gece yarısı kendini ne kadar yalnız hissederse o kadar yalnızım işte. Hoş, bezen insanların arasında, hatta sevdiğin insanın yanında uzanmış yatarken bile yalnız hissediyor ya insan kendini... O hepsinden, hatta ağustos gecelerinin yalnızlığından da beter.

Sıcak ağustos gecelerinde dışarıda yalnız yatmanın en güzel yanı ise; sabahın köründe kuşların sesiyle alacakaranlıkta titreyerek uyanmak. Bir de karnınız zil çalıyorsa değmeyin keyfinize. O kadar açım ki; baldıranlar bile gözüme çok lezzetli görünüyor.

...
...
...

Duymuştum bir yerlerden "Cunda adası" diye bir yer vardı.
Hiç gitmemiştim ama çocukluk aklımla kartpostallardaki gibi ıssız sakin bir ada hayal ediyordum Cunda'yı.

Ah! Oraya bir gidebilsem, bir gidebilsem oraya…


...
...
...


Koşa koşa son dakikada yetişiyoruz vapura. Kalabalığın arasından sıyrılıp kıç güverteye kuruluyoruz ele ele, göz göze.

Cunda adasına yerleşmek istiyorum. diyor.  Diyor da hüzünlü bir bulut iniyor kömür gözlerine. Bulutun içinde yalnız bir kadının, zorluklarla dolu hayatının isyan fırtınasını görüyorum.

Bir kadın ne zaman güler, ne zaman ağlar, birinin nerede başlayıp, diğerinin nerede bittiğini, bilemezsiniz, bazen/çoğu zaman/genellikle.
Bir damla sızıyor gözünden yanağına, oradan da canımın içi esmer göğüslerine iniyor.

- Orada küçük bir dükkanım olsun, sakin bir hayatım. Okuyayım, yazayım, avarelik edeyim.”

...
...
...

"Heybeli'yle konuşmalar.."

Kara dumanına kurban.
İskelede bir o yana bir bu yana salınışına.
Mendireğine, boğazın derin serin sularında, ardında beyaz köpükler bırakarak gidişine kurban.
O uzun, o geçen kara kış, güvertende çay/sigara, berber dertleştiğimiz yoldaşın o vefasız martı...
Ey heybetli koca Heybeli..!
Dün, daha dün gibi beraber seyrettiğimiz Kız kulesi, Salacak, Galata, Kabataş, saraylar camiler kubbeler.
Güzelliği uğruna savaşıp, uğruna canlar verilmiş bu koca şehrin en değerlisi ne ola ki..? Değişmem canım ciğerim hiç birini; rüzgarda uçuşan saçının bir teline değişmem.
Yanı başımda, yamacımda, kolumun altında gülümsüyor kocaman gözleriyle.
Darılma ama dostum; sen tam yol Beşiktaş iskelesine çevirmişken pruvanı, ben Kız kulesinden yana çeviririm başımı. Bir iki tel saçı yüzüme karışır, kokusunu duyarım, başım döner, gözlerimi yumarım. Açtığımda yine yanı başımda, kolumun altındadır ya.. Yüzyıl geçer, zaman durur…

...
...
...

Seninle yaşlanmak gibi hayallerim vardı benim de, seninle tren yolculuklarına çıkmak, tanımadığımız şehirlerin arka sokaklarında kaybolmak. Yorgun bir otel odasının ayaklarına kara sular inmiş yataklarında koynuma almak seni. Ve hiç olmadığı kadar yerleşik hayallerim...
Farklı zamanlarda kurgulanmış, aynı yere çıkan ortak hayallerimiz varken, daha avucunun içindeki çizgileri bile ezberleyememişken, gitmek bu kadar kolay olmayaydı ya...
Gidince hep dönmek olaydı, kalmak bir dağ gibi aşılmaz, bir taş gibi oturmayaydı ya içimizin en değerli yerine.
Kaldı ki, ben öyle kolay gidemiyorum. Gidemiyorum, bir eli elimden sıyırıp bırakamıyorum kolay kolay.

...

Ve gidemedim de çocukluğumun kaçağı cunda adasına.
Ertesi sabah mahallede kurulan tezgahtan habersiz, yıkık caminin içinde ekmek arası helva yerken pusuya düştüm. Hangi duvara, hangi kapıya saldırsam birileri çıkıyordu karşıma. Çok geçmeden de üstüme atlayıp, kıskıvrak yakadılar beni. Tutup eve getirdiler. Anamın ağlamaktan şişen gözleri, babamın titreyen elleri.
Kaçmak bir çözüm değil di, hiç bir şeyi de değiştirmedi.

Gitmek bir kaçış mı..?
Kalan korkak..?
Ya bir kaçak..?

Gitmek kolay, sen kalmayı dene...



Bilmiyor, bilmeycek...