22 Eylül 2012 Cumartesi

Anlar, kokular,notlar ve şehirler - Mualla bu son olsun...

Telefonu açmamla birlikte, ağmaklı sesinden tam olarak ne olduğunu anlamadığım küfürler seçiliyor;
- Hepinizin allah belasını versin, gidiyorum ben, huzur içinde yaşayın …
Dıt dıt dıt… dıt dıt dıt…
Aramasını bekliyordum elbette ama şimdi değil.

Salaş bir meyhanede, çingene sobasının arkasında küçük masamda oturmuş, rakımı içiyorum.

Telefon yine çalıyor, açmıyorum bu defa,
Biliyorum ki; yaşadığı tüm ayrılıkların gideni benim.
Şimdiye kadar tüm kalp kırıklarında çekiç gibi sözleri söyleyen de.
Geç kaldığı mesailerin, kaçırdığı vapurların, yüzüne kapanan telefonların ve kavgalarında edilen tüm hakaretlerin sebebi de benim.
Tüm bitenlerin, gidenlerin faturasını birileri ödeyecek elbette...
Bu son perdenin provasını çok aldım ben.

“Bir gün habersiz çık gel,
Bıraktığın günahları almaya
Sevginin de elleri var
Dokununca başlar rüya…”



Haylaz bir çocuktum, ele avuca sığmaz, yaramaz..
Akşam sofralarında babamın herkesi sofrada görmek isteyişini ve o sofrada ikinci dubleden sonra çatalı tutuş biçimimden tutun da, gözümün üstünde kaşım olduğu için bile zılgıt yediğim geceleri unutmam. Hiçbir şey bulamazsa eski defterleri açar ve bana sövüp sayacak bir şeyler bulurdu muhakkak.
Çocukken hiç memnun edemedim onu. Hoş, hala da bu durum pek değişmedi.

Ortaokul bitmiş, liseye başlayacaktım. Ve artık büyümüş sayılırdım.
Her yaz olduğu gibi bu yaz da çıraklık günleriyle geçiyordu, hayat ve babam hala menunsuzdular benden.
Yani, evden kaçmak için yeterli sebeplerim vardı yeterince.

Çok basit bir planım vardı;
Günlerden salıydı ve haftasonuna kadar idare etmem gerekiyordu. Hafta sonu günü birlik deniz turu düzenleyen fabrika otobüslerinden birine atlayıp yazlık bölgeye gidecek, orada bir iş bulup, çadırda yaşayacak, sezon sonuna doğru da daha güneye, daha kolay iş bulacağım yerlere gitmek için para birikitirecektim. Bütün kurgu buydu.

İlkokulu evinin sokağında olan şanslı çocuklardandım.
Okul sadece yakın oluşuyla değil, aynı zamanda maçlarımızı yaptığımız kocaman bahçesi ve Atatürk büstünün arkasında saklanıp ilk sigaralarımızı içtiğimiz sığınaklarımızdan birisiydi. Evden kaçan bir çocuk içinse, kocaman bahçesindeki ağaçlık ve yeşillik alanları ile saklanmak için en güvenli, en gizli yerdi...

...

Çocuktum; yaramazlık yapmamam, yemeğimi bitirmem için, yıllarca korkunç hikayeler anlatılmıştı bana.
Gittikçe serinleyen, serinledikçe titreten, titredikçe serinleyen, serinledikçe... Velhasıl o korkunç hikayeleri aklıma getirmemeye çalışarak, uyumaya çalışıyordum.
Yorgunluktan ve düşüncelerden bir ara hafifçe dalmışım ki, başucumdaki hareketliliğe uyandım.  Cılız hışırtılardan orada ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. esrarengiz hareketlilik o sırada göğsümün altına kadar ilerlemişti. Bildiğim , daha doğrusu hatırlamaya çalıştığım dualar aklımdan o kadar hızla geçiyordu ki ezberimde tutup, okumama imkan yoktu. Ayağa fırladım!
Allahın belası kibrit bir türlü çakmıyor, çakanlarsa sönüyordu. Ve dualar hızla akıp gidiyordu.
Çakıpta sönen bir kibrtin ışığında önce dikenlerini, sonrada siyah burnunu, küçücük gözlerini gördüm. Bütün cesaretimi toplayıp elimi attım otların arasına. Yavru kirpi top oluverdi.
O benden daha yalnız, benden de daha çok üşüyordu.
Eh.. kirpiyle koyun koyuna yatmak da durumuma yaraşır bir sondu aslında. Buradan bakınca, "SON"lar konusunda bu kadar yaratıcı olmam çocukluğuma dayanıyor demek ki diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hak vermemek elde değil, Freud bu işi biliyor... Size de oluyor mu? Bir ben bilmiyorum gibi geliyor bazen, bir ben tüm dünyanın dışındaymışım, herkes içindeymiş gibi.

"Kocaman bir yalnızlık."

Evden kaçan bir çocuk gece yarısı kendini ne kadar yalnız hissederse o kadar yalnızım işte. Hoş, bezen insanların arasında, hatta sevdiğin insanın yanında uzanmış yatarken bile yalnız hissediyor ya insan kendini... O hepsinden, hatta ağustos gecelerinin yalnızlığından da beter.

Sıcak ağustos gecelerinde dışarıda yalnız yatmanın en güzel yanı ise; sabahın köründe kuşların sesiyle alacakaranlıkta titreyerek uyanmak. Bir de karnınız zil çalıyorsa değmeyin keyfinize. O kadar açım ki; baldıranlar bile gözüme çok lezzetli görünüyor.

...
...
...

Duymuştum bir yerlerden "Cunda adası" diye bir yer vardı.
Hiç gitmemiştim ama çocukluk aklımla kartpostallardaki gibi ıssız sakin bir ada hayal ediyordum Cunda'yı.

Ah! Oraya bir gidebilsem, bir gidebilsem oraya…


...
...
...


Koşa koşa son dakikada yetişiyoruz vapura. Kalabalığın arasından sıyrılıp kıç güverteye kuruluyoruz ele ele, göz göze.

Cunda adasına yerleşmek istiyorum. diyor.  Diyor da hüzünlü bir bulut iniyor kömür gözlerine. Bulutun içinde yalnız bir kadının, zorluklarla dolu hayatının isyan fırtınasını görüyorum.

Bir kadın ne zaman güler, ne zaman ağlar, birinin nerede başlayıp, diğerinin nerede bittiğini, bilemezsiniz, bazen/çoğu zaman/genellikle.
Bir damla sızıyor gözünden yanağına, oradan da canımın içi esmer göğüslerine iniyor.

- Orada küçük bir dükkanım olsun, sakin bir hayatım. Okuyayım, yazayım, avarelik edeyim.”

...
...
...

"Heybeli'yle konuşmalar.."

Kara dumanına kurban.
İskelede bir o yana bir bu yana salınışına.
Mendireğine, boğazın derin serin sularında, ardında beyaz köpükler bırakarak gidişine kurban.
O uzun, o geçen kara kış, güvertende çay/sigara, berber dertleştiğimiz yoldaşın o vefasız martı...
Ey heybetli koca Heybeli..!
Dün, daha dün gibi beraber seyrettiğimiz Kız kulesi, Salacak, Galata, Kabataş, saraylar camiler kubbeler.
Güzelliği uğruna savaşıp, uğruna canlar verilmiş bu koca şehrin en değerlisi ne ola ki..? Değişmem canım ciğerim hiç birini; rüzgarda uçuşan saçının bir teline değişmem.
Yanı başımda, yamacımda, kolumun altında gülümsüyor kocaman gözleriyle.
Darılma ama dostum; sen tam yol Beşiktaş iskelesine çevirmişken pruvanı, ben Kız kulesinden yana çeviririm başımı. Bir iki tel saçı yüzüme karışır, kokusunu duyarım, başım döner, gözlerimi yumarım. Açtığımda yine yanı başımda, kolumun altındadır ya.. Yüzyıl geçer, zaman durur…

...
...
...

Seninle yaşlanmak gibi hayallerim vardı benim de, seninle tren yolculuklarına çıkmak, tanımadığımız şehirlerin arka sokaklarında kaybolmak. Yorgun bir otel odasının ayaklarına kara sular inmiş yataklarında koynuma almak seni. Ve hiç olmadığı kadar yerleşik hayallerim...
Farklı zamanlarda kurgulanmış, aynı yere çıkan ortak hayallerimiz varken, daha avucunun içindeki çizgileri bile ezberleyememişken, gitmek bu kadar kolay olmayaydı ya...
Gidince hep dönmek olaydı, kalmak bir dağ gibi aşılmaz, bir taş gibi oturmayaydı ya içimizin en değerli yerine.
Kaldı ki, ben öyle kolay gidemiyorum. Gidemiyorum, bir eli elimden sıyırıp bırakamıyorum kolay kolay.

...

Ve gidemedim de çocukluğumun kaçağı cunda adasına.
Ertesi sabah mahallede kurulan tezgahtan habersiz, yıkık caminin içinde ekmek arası helva yerken pusuya düştüm. Hangi duvara, hangi kapıya saldırsam birileri çıkıyordu karşıma. Çok geçmeden de üstüme atlayıp, kıskıvrak yakadılar beni. Tutup eve getirdiler. Anamın ağlamaktan şişen gözleri, babamın titreyen elleri.
Kaçmak bir çözüm değil di, hiç bir şeyi de değiştirmedi.

Gitmek bir kaçış mı..?
Kalan korkak..?
Ya bir kaçak..?

Gitmek kolay, sen kalmayı dene...



Bilmiyor, bilmeycek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder