24 Eylül 2012 Pazartesi

Dokuz/Sekiz


- Dönecek misin?
- …
- Ben de öyle düşünmüştüm, bu yüzden beklemiyorum zaten
- Peki, bitecek misin…?
- …
- Bak bunu ben de hesaba katmamıştım hiç…
Çıplak kireç duvarları sararmış, yer yer sıvası dökülmüş virane misali çalgıcılar kahvesinden içeri giriyorum. Kesif bir sigara dumanı karşılıyor tüm keskinliğiyle…
Esmer yüzlerin çoğu tanıdık.
Eskimiş kağıtlar, boyaları silinmiş taşlar, masa altı şarap şişeleri…
Gözlerimle onu ararken, oyundan kalkıp bana doğru yürüdüğünü görüyorum şişman gövdesiyle.
Işığa çıktığında tombul yüzünde aynı gülümseme.
Doğuştan bir yeteneğin sahibi bana uzanan bu esmer eller. İlkokul müsameresinde dinlediğim o günden bu yana, o dolma parmakların incecik tellerin arasında gezişine hayran kalır, her defasında şaşardım.
....
....
....
Ne kadar vurdumduymaz olduk.
Vurdumduymaz, umursamaz.
Sana şaşmıyorum, sen hep böyleydin aslında, kendime şaşıyorum.
Bu kadar hissiz, bu kadar tepkisiz olmama şaşıyorum.
Daha önce olsaydı sanırım usanmadan, yorulmadan, inatla peşinden koşardım, “keşke” lerim kalmasın ardımda diye.
Oysa “Keşke” bile diyemiyorum artık.
Şimdi nasıl böyle koyverdiğimi sorguluyorum.
Bu neyin bıkkınlığı? Bu neyin vazgeçmişliği..?
Küçüktüm;
Sokak boyunca kurulmuş sofralar, her yerde çalgıcılar “dokuz/sekiz” çalıyordu.
Halatlara dolanmış rengârenk ampuller, baloncular, falcılar…
Çingeneler dans ediyordu “kakava” şenliklerinde.
Mutlu yüzler görüyordum.
Bir elimde pembe pamuk şekeri, bir elimde horoz şekeri…
Mutluluk nedir diye sorsanız..? O an, o yüzler gelir aklıma, başka tarifi yok bende…
Yavaş yavaş şenliğin bittiğini, söndüğünü hissediyorum içimde bir yerlerde.
Deli çocuktum bir zamanlar, kapımızda şikâyete gelen komşular eksik olmazdı.
- Sizin çocuk akşamüstü bizim ayvaları…
- Sizin yaramaz bugün bizim kızın saçını…
- Sizin afacan okulun camını…
Birileri girmiş bahçeme ağaçlarımı talan ediyor, içimdeki çocuğun saçını çekiyor birileri, camları kırılıyor tek tek içimin…
...
...
...
Kavak pamukçukları uçuşuyor her yerde, oramıza buramıza konuyor.
Tahta masaları çekiştirip birleştiriyoruz, bizim masanın bitişiğine de çalgıcılarımızın masası ekleniyor. Köftenin yoğrulması, şişlerin hazırlanması, mangalın yakılması çok fazla zamanımızı almıyor.
Seni seyrediyorum, acemi ellerini, bıçağı tutuşunu, soğanı doğrayışını, heyecanını, telaşını…
Göz göze geldiğimiz kaçamak bakışlarımızı hatırlıyorum, birde bizim tüm işleri bitirdiğimiz süre içerisinde sizin ancak salatayı yapabildiğinizi…
- Zahmet oldu kızlar…
- Ne demek istiyorsun?
- Güzelim zaten domateslerin yarısını soyarken attınız, bu mu yaptığınız bir saattir? Sizin yaptığınıza salata değil katliam denir…
Arkam dönük mangalın ızgarasına soğan gezdirirken, kalçamda hissettiğim bıçağın ucu konuyu uzatmamam gerektiği konusunda ikna edici oluyor.
- Can güvenliğim yok kardeşim bu koşullar altında çalışamam ben.
Gülüşmelerimizi şose yolda tozu dumana katarak, çalgıcılarımızı bize getiren sarı külüstür bölüyor.
Bir yanımız, yapraklarının arasından güneşin son ışıklarının süzüldüğü serin, bahar kokulu bir orman.
Bir yanımız güzel bir kadının boynundan süzülen yeşil saten bir şal, nehir.
Yorgun, yalnız, bu küçük şehrin yaşayabileceğiniz en güzel mevsimi ve en güzel saatleri bunlar.
Mangal dumanına bir yaren gibi eşlik eden rakının kokusu,
her ikisine birden uzun zamandır görüşmemiş bir kardeş kucaklaşması ile sarılan kavun kokusu…
Derin bir nefes ve derin bir “ahh ahh… Çekiyorum.
- Hayırdır..?
- Hayır mı, evet mi bilmiyorum ki..?
- Nasıl yani..?
Karşımda oturuyorsun olanca güzelliğinle, bir elin çenende, bir elin masanın üzerinde.
Saçlarını dağıtıyor rüzgâr, bu halinle masallardaki periler kadar güzelsin.
“Nasıl yani..?” bakışı, gözlerin gözlerimde.
Şimdi elim elinin üstünde...
Bunu hiç beklemiyordun elbette.
Yalancı bahara aldanmış bir kiraz ağacı gibi şaşırarak açıyor yüzünde pembe çiçeklerin.
Her gülüşünde ortaya çıkan o esmer çukurlar için hep güzel sözler bulmalıyım sana.
tanıştığımız ilk günlerde uzun süre tanışmıyoruz gibi davranmamız bu yüzdendi
Şimdi de “değilmişiz” gibi davranmamız da tam bu yüzden…
Bu oyunun en sevdiğim perdesi.
Kürdîlihicazkâr kanun taksimi ve...
“Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim…”
- Dönecek misin?
- …
- Ben de öyle düşünmüştüm, ateşi söndürdüm zaten


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder