6 Ekim 2012 Cumartesi

Anlar, kokular, notlar ve sehirler: "Yol'un hikayesi..."


Çok eski yıllara dayanıyor yazgımın temelleri.

Bir yolculuk ise hayat, benim yolumun en önemli kavşaklarında bir kadın vardı muhakkak.
Bir de, o yollarda aşkların peşinden yürürken bana eşlik eden, yol gösteren, enteresan adamlar…

On yedi yaşımdayım...

Yapış yapış, nemli, sıcak bir ağustos günü; Tavanda çalışan pervanenin esintisi çöl rüzgârı etkisi yaratıyor, hiçbir şey yapmadan miskin miskin oturduğumuz halde ter fışkırıyor her yerimizden. Az ileride,asfalttın üzerinde sıcağın buğusunu görebiliyorum. O buğunun içinden, refüjden atlayarak bize doğru gelen “Urfalı”çıkıyor.
Büyük tozlu alandan, tespihini ve omuzlarını sallaya sallaya, suratına iz yapmış yandan gülümsemesi ile yaylanarak giriyor içeriye.
“n’aber lan” edası göz kırpışında.
“Bi çay kap gel” bakışı… Fırlıyorum dükkândan.
Bacaklarını iki yana açıp oturduğu tabureden eğilip, çorabının içindeki mavi bandrollü paketten tek bir sigara çıkarıyor. Paketi yerine itinayla yerleştirip, bozulan paçasını düzeltiyor. Sigaranın dibini masaya bir iki sefer vuruyor ki, tütünün iyice sıkılaşsın. Parmaklarıyla kıvamı kontrol ettikten sonra, kâğıdın ek yerini diliyle nemlendirip,  afili bir hareketle çakmağını çıkarıp, sigarasını yakıyor.

Kani ağabeyin neye takıldığını biliyorum ama ben ikram etmediği o mavi bandrollü sigarayı yakışındaki, başrol oyuncu edasıyla ezbere rolünü oynayışını seyrediyorum.Her hareketinde daha önceden ölçülmüş, biçilmiş bir hava var.

-     Püffff… N’aber..?
-     İyi be kirpici..! senden n’aber?

...


“Kani abi”, patronum değil, mahalleden çok sevdiğim bir ağabeyim.
Günlerden bir gün mahallede top oynarken biz, beni yanına çağırıp;
“Oki bu yaz beraber çalışıyoruz, lazımsın, kimseye söz verme” dedi.
O yaz, sonraki yaz, kamping kapanmasaydı belki daha sonraki, ondan sonraki yazlarda da beraber çalışıyor olurduk muhakkak.  

Duruşlarında, tavırlarında, konuşmalarında; “çember” denen o bilinmezden defalarca geçmişliğin, her şeyden nasibini almışlığın, güngörmüşlüğün izleri var. Her ikisinin de.
Başlarına gelen hikâyelerden aksiyon dolu, drama dolu, seri bir film hikâyesi çıkar, hiç zorlamadan.
Ama bir yol hikâyesi bu, yolculuk edenlerin değil, yol ’da olanların, yol ’un hikâyesi…
O yol ki, bir şehri ikiye bölüyor, bir şehre can veriyor.
Binlerce yıl geçse bile, anlamından ve öneminden bir şey kaybetmemiş, yaşayan, geçtiği yerlere hayat veren “ipek yolu”nun ta kendisi.


...


-              Bu defa buldum usta. Gazeteyi yırttık…
-              Anlat bakalım, nereye gidiyoruz yine?
-              Rusya, Rusya ya gidiyoruz usta.
-             ?
-              Bak şimdi, şöyle bir mektup yazıyoruz… Ver ordan bir kağıt.
          " Sevgili Yoldaş Gorbaçov;
Türk vatandaşı iki arkadaşız. Ülkemizde son yıllarda oluşan siyasi gelişmeleri yakından takip ettiğinize eminiz. Askeri cuntanın darbe sonrası faşist etkisi tüm acımasızlığı ile devam etmekte. Üstüne üstlük cuntanın ve faşist iktidarının kapitalist tutumu da belimizi bükmüş durumda. Bu ahval ve şerait içerisinde yaşadığımız siyasi baskıyı, işkenceleri ve zulümleri anlatacak kelimeleri bulmakta zorlanıyoruz. Eğer kabul ederseniz, sizin de uygun görmeniz halinde sevgili yoldaşlarımızın ülkesi Rusya ya siyasi sığınma talebinde bulunuyoruz."
“Budur…” der gibi bakıyor yüzümüze.

-              Eee.. Sonra?
-              Sonra ne olacak hacı, Gorbaçov’dan cevap gelecek.
             "Ülkenizle aramızda son dönemlerde gelişen ekonomik ve siyasi ilişkileri göz önünde bulundurarak, üzülerek siyasi sığınma talebinizi kabul edemiyoruz. Ancak, sevgili dostum Fidel den sizin için bir ricada bulunur ve Küba’ya sığınmanızı sağlayabilirim."
(Gülüşmeler, kahkahalar)

-              E olm oldu mu şimdi?
-              Olacak usta…

           "Sevgili yoldaş Castro; Rusya başkanı yoldaş Gorbaçov un sizi aradığını ve ülkemizde maruz kaldığımız siyasi baskıdan bahsettiğini umut ediyorum. İçler acısı olan durumumuzu göz önünde bulundurarak sizin de uygun görmeniz halinde, siyasi sığınma talebimizin en kısa sürede hayata geçmesini umut ediyor, tüm Küba halkını ve sizi sevgiyle selamlıyoruz. Bilgilerinize arz ederim."


Göç mevsimi başladı; “Alamancılar” geçiyor, arabalarının hörgüçlerine yüklenmiş heybeleriyle bir kervan misali.
Önce girenleri karşılıyoruz. İzinleri bitince de gidenleri uğurluyoruz.
İki futbol sahası büyüklüğünde kocaman bir alana bakan yan yana dizilmiş sıra sıra dükkânlar.  Önlerinde sergileri, ahşap kapı pencereleri ve saçaklara tutturulmuş kordonlara iliştirilmiş dizi dizi ampuller; sarı, sıcak. Gündüzleri, bir kalabalık, bir curcuna… Geceleri daha sakin, keyifli geçiyor.
Küçük tüp üzerinde demlenen mis gibi çayın yanında, kararmaya yüz tutmuş tavada pişirilen o menemenin tadı, hiçbir zaman, hiçbir yerde yakalanamayacak bir daha.
Sabaha karşı, el ayak çekildiğinde, dükkânlar kapanıp, yolcular arabalarında uyumaya gittiği vakit, benim vaktim başlıyor.
Sıra sıra dükkânların arkasında göz alabildiğine uzanan ekin ve gündöndü tarlaları.
Şehir ışıklarının soğuk aydınlığından uzak, yıldızların parıltılarını saçtığı zamanlar.
Ağustos böceklerinin cırcırlarının eşliğinde gecenin sesini ve kendimi dinlemek vakti…


On yedi yaşımdayım ve tek başımayım. Çoluğu, çocuğu topladı, tatile gitti “Kani abi”. O dönünce ben gidecem, söz verdi.
O yazın favori şarkısı "SineadO’Connor -  Nothingcomparestoyou” dinliyorum. Kaseti başa alıp alıp hiç durmadan... Bütün kamping ezberledi. "Köşe manav” Arif abi,nakaratlara eşlik edecek kıvama geldi.
Sezonun son günleri yaklaşıyor tek tük arabalar geçiyor.
Gece iki suları, kirli farlarıyla bir araba park ediyor dükkânın önüne. Bütün kamping uyuyor.
Göbekli yaşlı bir adam, başörtülü tombul bir kadın iniyor, plakasındaki “RO” harflerini seçebildiğim “maşinadan”.


Romenlerle tanışalı çok fazla zaman olmadı. Dağıtılan bir doğu bloku ülkesinden olan bu insanları tanımaya çalışırken biz, Onlar da, kapitalizmi artık özümsemiş, “neoliberal,/dindar kapitalizme” yelken açmış olan yurdumuzun nimetlerinden faydalanmaya geliyorlar. Ivır zıvır şeyler getiriyorlar satmak için. Dönüşte de topladıkları paralarla özellikle kot pantolon ve yiyecek namına ne varsa toplayıp gidiyorlar.

Ley'ler küçük ama hayaller büyük.

Sattıkları ile almak istedikleri arasındaki uçurum arttıkça, kendilerini attıkları çukur da büyüyor.  Bir dal Amerikan sigarasını bırakın, o sigaranın poşeti için bile çukura girip çıkmaya hazırlar.
Bu hikâyeler arttıkça, minareler utanıyor şehirde, duvarlar utanıyor. Kapılar, pencereler,  yol bile...
Ay bile utanıyor, kızıla bürünüyor da, "insan" utanmıyor.

Döviz bulundurmanın ve ithal malların yasak olduğu yılların hemen ardından gelen zamanları hatırlıyorum, “Tonton”’lu zamanları... O Amerikan sigarası, kolası girmeseydi hiç hayatımıza, olmasaydı yâda hiç, ne değişirdi?
O zamanların klişesi; “Cebimizde paramız var ama alacak bir şey yok.”
 Tüp kuyruklarında, yağ kuyruklarında beklerken daha mı mutsuzduk?
Daha refah, daha mutlu muyuz sanki şimdi?
Bunu yaşayacaklar. Mahrum kaldıklarını, hasret olduklarını düşündükleri şeyleri almak için, her şeylerini satacaklar ve alacaklar.
Amca, amaca kilitlenmiş bir pervane gibi ışığa doğru geliyor. Tombul teyze arabanın yanında bekliyor. Açık olan tek mekân benim.
Hava soğuk sayılacak kadar serin. Sıcak bir kahve içecek, dinlenecek yer arıyorlar. İstanbul’dan Bükreş’e gidiyorlar.

Yarı Romence, yarı Türkçe, biraz da İngilizceyi katlederek, ellerle, kollarla anlaşmaya çalışıyoruz.
Sessiz sinema oynuyormuşuz da anlatması sırası bende ve  “Hasan boğuldu” ‘yu anlatıyorum.
İlki özel isim, onu geçiyorum. İkinci kelimeyi anlatmak içinse bildiğin can çekişiyorum. “okadarakadar”
Bir de niye bağırarak konuşuyorsak? Sanki kulağımızdaki salyangozlar uykuya dalmış, onları uyandırmaya çalışıyoruz.

Sultanahmet’e gidenler bilirler; Turistlere, sordukları adresi Türkçe kelimelerle bağırarak; kulaklara değil de, desibelle adeta beyinlerine hitap etmeye çalışan cuma namazından çıkmış amcalar gibiyim.
Ben bağırıyorum diye sanırım, o da bağırıyor.
Bağırıyoruz ki, kelimeler ürksün, kendiliğinden "translate" olsun.

“Ya sittir et be amca, otur! Ben sana bir kahve yapayım” diyorum. Kahve’yi anlıyor, gülümsüyor amca. Kapıyı açıyor Tombul’a sesleniyor. Ben küçük tüpün üzerine çinko çaydanlığa suyu koyuyorum. Fincanlar, şeker derken aradan zaman geçiyor, kapı açılıyor, çıngırak çalıyor. Arkam dönük ama içeride amcayla tombuldan başka üçüncü bir varlığın olduğunu hissediyorum.
Çöktüğüm küçük tüpün başından başımı çeviriyorum ki Aman Allahım (o zamanlar inancım da tam) o da ne?
Tombul teyzeyi, yanında Romanya güzellik kraliçesiyle birlikte kapıda fark ediyorum.  Tamam, birinci olamasa bile en azından ilk dörde girer. Ne diyorsunuz kuzum, en azından mansiyon falan alır. Öyle bir güzellik işte…

Siyah ceketinin, kırmızı şifon gömleğinin içinde bana bakıyor. Yok! Çatalıma bakıyor.
Gömleği çekiştirerek, çöktüğüm yerden yavaşça doğruluyorum.

Dalgalı kestane saçlar, belirgin elmacık kemikleri,
Yuvarlak, küçük bir çeneye sahip minicik yüzünün ortasında, kırmızı bir ağız...
Okka gibi bir burun ve içinde balıkların oynaştığını görebileceğiniz, bir deniz kadar berrak yemyeşil gözler. Öyle bakıyor ki, o yeşil lazer beni delip geçtikten sonra, hemen arkamda rafta duran konservelere de birer delik açıyor.

Şairin dediği gibi “Ondan sonrası iyilik, güzellik…”

 “Merhaba” diyorum, “Merhaba” diyor. Hem güzel, hem çabuk öğreniyor.
Elini uzatıyor. Eli elimde öylece bakışıyoruz.

İçimde bir kabarma, kanımda kaynama… Duyuyorum, adeta bir fokurdama sesi geliyor benden.
Gülümsüyor, bakışının ucuyla çaydanlığı gösteriyor, bakıyorum;  su fokurdayarak, taşıyor.

“N’oluyorolm kendine gel” diyorum. Ama sesimi duyuramıyorum. Artık çok geç, duyacak mesafede değilim, çok uzaklaşmışım kendimden.

 “Good music” gibi bir şeyler söylüyor sanırım. “yes, I like to me” gibi bir şeyler zırvalıyorum. Hiç konuşmamışım da, hala cevap bekliyormuş gibi boş gözlerle bana bakıyor. Elimle de pekiştirerek "verygood, very" diyorum. Gülümsüyor yine.

Oradan buradan sohbet ediyoruz. Nelerden bahsediyoruz tam olarak hatırlamıyorum ama “Çavuşesku” dan bahsederken yüzlerinde beliren o korkuyu hala hatırlıyorum. Aramızdaki diyalog, sohbet kıvamına gelemediğinden olsa gerek, kendi aralarında konuşmaya başlıyorlar. Şarkı biter bitmez kaseti başa sarıyorum kalemle, sürekli. Hissediyorum, kraliçenin gözleri üzerimde.

Kahveler bitiyor, şişman amca ve Tombul teyze ayaklanıyor. “Ne güzel oturuyorduk. Ulan bu hikâye böyle mi bitecek? “ diyecek oluyorum... Kraliçe hiç kıpırdamıyor, oturuyor öylece taburesinde.

Ayaklarımda başlayıp yavaş yavaş yukarı doğru tırmanan bir karıncalanma hissediyorum.
Gümbür gümbür davullar çalıyor. Camdan dışarıya bakıyorum kimse yok, her şey olağan, her şey sessiz. Kalbim şakaklarımdan çıkacak diye korkuyorum.

Biz şimdi kraliçeyle başbaşa mı kalacağız?

Sanki bir bok yiyecekmişim gibi heyecanlanıyorum. Bunu düşündüğüm için kendime kızıyorum ama dolabın arka tarafında duran yer yatağını düşünüyorum… Aman Allah’ım neler geçiyor aklımdan saliseler içinde! Hemen kovalıyorum bu düşünceleri. Yeteri kadar korkutamamışım sanırım, dönüp, onlar düşüyor peşime, kaçıyorum, kaçıyorum, kaçıyorum...

Yüreği ağzında bir gece başlıyor.

Adı Elena… Canım Elena. Yirmi yaşında.

Konuşmaya çalışırken en çok kullandığımız kelime “understand?” Saçma sapan, birbirimizi anlamadan, anlamış gibi yaparak bir şeyler anlatıyoruz, durmadan. Nelere ve neden bu kadar gülüyoruz? Ortada normal olmayan bir durum var, bu çok açık.
Tek ortak paydamız, çalan şu şarkı belki sadece.

"Müziğin de, Aşkın da dili yok."

İkimizin de ağzı kulaklarında, güller açıyor.
Bir ara masanın üzerinde ellerimiz birbirine değiyor, göz göze geliyoruz. Öyle dakikalarca birbirimize bakarak hiç konuşmadan yüz kez çalan şarkıyı, yüz birinci defa dinliyoruz.

Kokusunu duyuyorum, sıcaklığını…

“Nothing compares to you”         

Gün ağarıyor, şişmanla tombul yanımıza geliyor.

Adresler alınıyor, adresler veriliyor.

“Döneceğim, tekrar geleceğim. Mektup yazarım, sende bana yaz. Ben gelemezsem sen gel..."
Gözlerimiz doluyor, ağlayacağız resmen. Bu noktaya nasıl geldik biz sadece birkaç saat içerisinde?
Nasıl bir şey bu? Ne biçim bir veda bu?
Şişman amca, tombul teyzeyle vedalaşıyorum. Defalarca teşekkür ediyorlar.

Kaç dakikadır eli elimde terliyor?  Öyle bakıyoruz birbirimize.
Uzanıp bir öpücük konduruyor dudaklarıma, dizlerimin bağı çözülüyor.
Karşılık versem, tekrar öpsem ayıp mı olur? Acaba yanlış mı olur? Kesin sapık olduğumu düşünür? Bir daha da yüzüme bakmaz. Sanki yarın yine görüşeceğiz de… Uzanıyor bir daha öpüyor, bu defa uzun, bu defa ıslak, bu defa sıcak... Sımsıkı sarılıyoruz, kokusunu içime çekiyorum. Çıkıp gidiyor, her adımında biraz daha eziliyor içim. Kalakalıyorum kapının arkasında. “maşina” hareket ediyor, ayaklarımın dibine ufalanıyorum.



“Kani abi” bronz teniyle tatilden dönüyor, sezon bitiyor, sonbahar geliyor, “Urfalı” aynı yerinde oturuyor.

-          -                Usta Castro’dan geldi mi cevap?
-         -                Yok gelmedi ama ben başka bir ülke buldum usta, Dünya’nın en zengin adamının ülkesi…
-          -               Neresi lan orası?
-          -               Brunei kralı usta. Nasıl ama?

Her gün Rusya’ya, Küba’ya, Kore’ye, Burnei kralına yazılan sayısız iltica mektupları. Ciddi ciddi yazılan mektuplarla başlayan hayali maceralar kahkahalarla beraber en nihayetinde, Burnei kralının köleliği ile ironik ve dramatik bir şekilde son buluyor.

Hayat nehri akıp gidiyor. Hayaller, umutlar, özlemler…

Elena’dan iki mektup aldım. İlk mektubuna vesikalık siyah beyaz bir fotoğrafını da eklemiş, resmin arkasına da bir telefon numarası. Her iki mektubun sonuna da kırmızı rujunu sürüp, kocaman öpücük kondurmayı ihmal etmemiş. O gözler, o dudaklar, o koku…

-          -                Oki olm. Şşşşşt….Oki! Âşık mısın lan?
-          -                 Selahattin abi, Romence biliyor musun?

Yüzüme bakıyor, ince bir gülümseme geçiyor dudaklarından.
-          -                Sen İki çay kap da gel, hallederiz.




Ben bu Dünya’yı anlamıyorum.
Şurada dükkânın önünde otururken ben; az ötede, yüz, bilemedin iki yüz metre ileride, adına sınır dedikleri bir şey var. Dikenli teller, hayali bir çizgi, az ileride akıp giden nehir. 
O nehrin hemen karşı kıyısında bir köy var, pazar günleri kilisesinin çan sesini bile duyabildiğimiz.
O nehrin ötesinde;  aynı yağmurda ıslandığımız, aynı bulutları seyrettiğimiz (arasından sadece bir çizgi yâda, bir nehir geçiyor diye) “aynı insanlar” arasında, başka bir dil konuşuluyor ya;
Sırf o çizgi var diye; o başka dilde, başka yasalar, başka inançlar var ya;
Ve o hayali çizginin ötesine geçmek için; saçma sapan bürokratik işlemler, pasaportlar, vizeler, izinler gerekiyor ya;
İşte ben bunu anlamıyorum.

Hani, şimdi şuradan kalksam, yürüyerek on dakika sonra kilisenin yanındaki meyhanede olabilirim. Masayı donatsam, yanına bir de yetmişlik açtırsam; Rakı aynı rakı, meze aynı meze.
Benim hafzalam bunu almıyor.

Ben bu Dünya’yı da, bu hayatı da anlamıyorum.
Ne kadar anlamaya çalışırsam, o kadar dışında kalıyorum.

Zaman zaman kenarından düşersem diye ödüm kopuyor.
Kimi zaman da atmak istiyorum kendimi en derin çukurunun ta dibine.
Kimi zaman da, öylesine basıp geçiyorum zamanın üstünden, sanki bin yıl ömrüm varmış “Kral Alobar” gibi.


Ne zaman yerleşime açsam kalbimi, “madem öyle, bende şuracığa bir ev kondurayım” diyen olmadı. Kimin gözlerinin içinde yaşamak için iltica talep ettiysem; o kapaklar kapandı, kirpikler kilitlendi. 

Kısacası; bir ahenk, uyum içinde yaşamaksa aslolan, ritmini tutturamadığım zamanlar çoktu.
Her defasında “yeniden başlamak” düştü payıma, bir şehirden başka bir şehre taşımak hikâyemi.
Zaman zaman bir yere ait olmayı, kökler salmayı, uzun vadeli planlar yapmayı hayal ettim, düşündüm, İstedim de hatta.
Ama herkes kendi nehrinin yatağında akıp gidiyor.
Kimi akıntıya kapılıp kaybolup yitiyor, kimi tutunuyor bir şeylere.
Aslında, öyle yâda böyle aynı denize dökülüyor bütün nehirler, netice değişmiyor.

Var olduğunu bildiğim, fakat nereden geldiğini tarif bile edemediğim iki sesin peşinden gittim hep. 
“Gönül ve vicdan”

Doğru yada yanlış hesabını tutmadım hiç...
Bildiğim; seçtiğimiz kavşakların yâda akıntısına kapıldığımız nehirlerin bizzat hayatın ta kendisi olduğu.
İşte bu yüzden, tam da bu yüzden;
Şimdi ben,
İlticaya meyilli, müzmin bir göçebeyim, bir mülteciyim aşklarda…




1 Ekim 2012 Pazartesi

GDO'ya Hayır!!!


16 Haziran 2009

Tutulacak bir yeri yok aslında gidişatın.
Söylenecek ya da yapılacak çok fazla şey kalmadı.
Biliyorum bir şeylerin farkında olan, hala görebilen çok az insan var.
Hatta aymazların, mutantların sayısının çok daha fazla olduğunu da biliyorum.
Biliyorum elbette ama... geriden gelenlere biraz zaman kazandırmak sadece amaç.
GDO’ya HAYIR!
GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma)’ya HAYIR!!!
Çok yakın zamanda birileri tarafından “yine bir komplo teorisi” olarak geçiştirileceğini, üzerinde durulmaması gereken sıradan bir mevzu olarak medya da ve gündem de tutulmayacağını biliyorum. Nice örneklerinde şahit olduğumuz gibi…
Oysa şu anda üzerinde durulması gereken en önemli konudur GDO…
Sistem istediği şekilde ilerliyor.
Çarkları seyretmeye, dişlilerin arasında ezilmeye devam ediyoruz.
İnandığım, bunun böyle gitmeyeceği ve bir yerlerde bir şeylerin değişeceği gerçeğidir. Ancak bizim ve bizden sonraki yakın kuşakların buna şahit olması imkansız gibi görünüyor. Bu aşikar.
En azından bizden sonrakilere biraz zaman kazandıralım.
Birileri, sağlımızla oynuyor, genlerimizle, geleceğimizle oynuyor…
Sistem genişlemek, büyümek ve tek egemen olmak için sınır tanımıyor.
Hızla yükselen dünya nüfusu, küresel ısınma, kirlenen doğal kaynaklar, değişen eko sistem, bu coğrafyanın jeopolitik olarak ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
Genetiği Deşiştirilmiş Organiğin Tehditleri;
Genleriyle oynanan tohumlardan elde edilen ürün bir sonraki seferde tohumluk ürün olarak kullanılamıyor. Çiftçi her ekim zamanı yeniden tohum almak zorunda bırakılıyor.
Çünkü GDO tohumları sadece bir kez ürün vermeye proglanmış. İkinci kez ekildiklerinde ürün vermiyorlar.
GDO tohumlarının ekildiği ekenek alanlarının 35 km2 içerisinde var olan tüm orjin ürünlerinde ürün ve tohum vermesine engel oluyor.
Ve çevrede ekili olan diğer tüm orjin ürünlerinde soyunun tükenmesine yol açıyor.
Burada küçük bir parantez açarak Hâlihazırda AB’nin dayatmaya çalıştığı tarım yasası içinde var olan bir madde de ise Şimdiye dek kullanılan tüm yerel tohumların kullanımının yasaklanması ve belirlenen tohum üretimi yapan bu şirketlerin (GDO ürünlerinin) tohumlarının kullanımının zorunluluğu yer almakta.
Buraya kadar yazdıklarım GDO nun geleceği tehdit eden en masum yan etkileri aslında.
Çok daha vahim olansa;
GDO ürünlerinden elde edilen tüm tarımsal gıdalar kansorejen madde içermekle kalmıyor.
Fareler üzerinde yapılan deneylerde GDO ürünleri ile beslenen farelerin üretkenlik özelliklerinin yok olduğu kısırlaştığı görülmüş. Ki bu yapılan deneylerin ne kadar bilinçli, amacına uygun yapıldığını gösteriyor.
Genetiği değiştirilmiş buğday unundan yapılan ekmekle beslendiğinizde üremenizin kontrol altına alınması ve kısır olmanız mümkün.
Açıkçası; genleriyle oynanmış bir gıda ile insan gen yapısını, sarmalını değiştirmek de mümkün.
Sistem bu defa işini şansa bırakmıyor.
Çok yakın zamana kadar var olmayan ve labarotuvarlarda üretildiğini bildiğimiz onlarca virüs var. Bu virüsler ile 3. dünya ülkelerinin denek olarak kullanıldığını, kıyımdan geçirildiğini bizzat seyrediyoruz.
“GDO” bu virüs tehdidinden de çok daha vahim sonuçlar doğuracak bir tehdittir.
Genetiğini değiştirebildikleri bu ürünle sadece sağlığınızla oynamakla kalmıyorlar. Aynı zamanda genlerinizle de oynuyorlar.
Yıllar içerisinde türü, karakteri, kimliği, bağışıklığı, dirençleri, istekleri vb. değiştirilmiş bir mutant topluluğuna doğru ilerliyoruz.
Biliyorum, çok farklı bir noktada olduğumuz da söylenemez.
Ama bu defa daha cüretkarlar, daha tehditkar, bu defa işlerini şansa bırakmak istemiyorlar.
GDO’ya HAYIR!!!