Çok eski yıllara
dayanıyor yazgımın temelleri.
Bir yolculuk ise
hayat, benim yolumun en önemli kavşaklarında bir kadın vardı muhakkak.
Bir de, o
yollarda aşkların peşinden yürürken bana eşlik eden, yol gösteren, enteresan
adamlar…
On yedi
yaşımdayım...
Yapış
yapış, nemli, sıcak bir ağustos günü; Tavanda çalışan pervanenin esintisi çöl rüzgârı
etkisi yaratıyor, hiçbir şey yapmadan miskin miskin oturduğumuz halde ter
fışkırıyor her yerimizden. Az ileride,asfalttın üzerinde sıcağın buğusunu
görebiliyorum. O buğunun içinden, refüjden atlayarak bize doğru gelen “Urfalı”çıkıyor.
Büyük tozlu
alandan, tespihini ve omuzlarını sallaya sallaya, suratına iz yapmış yandan
gülümsemesi ile yaylanarak giriyor içeriye.
“n’aber lan” edası göz kırpışında.
“Bi çay kap
gel” bakışı… Fırlıyorum dükkândan.
Bacaklarını
iki yana açıp oturduğu tabureden eğilip, çorabının içindeki mavi bandrollü
paketten tek bir sigara çıkarıyor. Paketi yerine itinayla yerleştirip, bozulan
paçasını düzeltiyor. Sigaranın dibini masaya bir iki sefer vuruyor ki, tütünün
iyice sıkılaşsın. Parmaklarıyla kıvamı kontrol ettikten sonra, kâğıdın ek
yerini diliyle nemlendirip, afili bir
hareketle çakmağını çıkarıp, sigarasını yakıyor.
Kani
ağabeyin neye takıldığını biliyorum ama ben ikram etmediği o mavi bandrollü
sigarayı yakışındaki, başrol oyuncu edasıyla ezbere rolünü oynayışını
seyrediyorum.Her hareketinde daha önceden ölçülmüş, biçilmiş bir hava var.
- Püffff… N’aber..?
- İyi be kirpici..! senden n’aber?
...
“Kani abi”,
patronum değil, mahalleden çok sevdiğim bir ağabeyim.
Günlerden
bir gün mahallede top oynarken biz, beni yanına çağırıp;
“Oki bu yaz
beraber çalışıyoruz, lazımsın, kimseye söz verme” dedi.
O yaz,
sonraki yaz, kamping kapanmasaydı belki daha sonraki, ondan sonraki yazlarda da
beraber çalışıyor olurduk muhakkak.
Duruşlarında,
tavırlarında, konuşmalarında; “çember” denen o bilinmezden defalarca
geçmişliğin, her şeyden nasibini almışlığın, güngörmüşlüğün izleri var. Her
ikisinin de.
Başlarına
gelen hikâyelerden aksiyon dolu, drama dolu, seri bir film hikâyesi çıkar, hiç
zorlamadan.
Ama bir yol
hikâyesi bu, yolculuk edenlerin değil, yol ’da olanların, yol ’un hikâyesi…
O yol ki,
bir şehri ikiye bölüyor, bir şehre can veriyor.
Binlerce
yıl geçse bile, anlamından ve öneminden bir şey kaybetmemiş, yaşayan, geçtiği
yerlere hayat veren “ipek yolu”nun ta kendisi.
...
- Bu defa buldum usta. Gazeteyi
yırttık…
- Anlat bakalım, nereye gidiyoruz
yine?
- Rusya, Rusya ya gidiyoruz usta.
- ?
- Bak şimdi, şöyle bir mektup yazıyoruz…
Ver ordan bir kağıt.
" Sevgili Yoldaş Gorbaçov;
" Sevgili Yoldaş Gorbaçov;
Türk
vatandaşı iki arkadaşız. Ülkemizde son yıllarda oluşan siyasi gelişmeleri
yakından takip ettiğinize eminiz. Askeri cuntanın darbe sonrası faşist etkisi
tüm acımasızlığı ile devam etmekte. Üstüne üstlük cuntanın ve faşist iktidarının
kapitalist tutumu da belimizi bükmüş durumda. Bu ahval ve şerait içerisinde
yaşadığımız siyasi baskıyı, işkenceleri ve zulümleri anlatacak kelimeleri
bulmakta zorlanıyoruz. Eğer kabul ederseniz, sizin de uygun görmeniz halinde
sevgili yoldaşlarımızın ülkesi Rusya ya siyasi sığınma talebinde bulunuyoruz."
“Budur…”
der gibi bakıyor yüzümüze.
- Eee.. Sonra?
- Sonra ne olacak hacı, Gorbaçov’dan
cevap gelecek.
"Ülkenizle aramızda son dönemlerde
gelişen ekonomik ve siyasi ilişkileri göz önünde bulundurarak, üzülerek siyasi
sığınma talebinizi kabul edemiyoruz. Ancak, sevgili dostum Fidel den sizin için
bir ricada bulunur ve Küba’ya sığınmanızı sağlayabilirim."
(Gülüşmeler, kahkahalar)
- E olm oldu mu şimdi?
- Olacak usta…
"Sevgili yoldaş Castro; Rusya
başkanı yoldaş Gorbaçov un sizi aradığını ve ülkemizde maruz kaldığımız siyasi
baskıdan bahsettiğini umut ediyorum. İçler acısı olan durumumuzu göz önünde
bulundurarak sizin de uygun görmeniz halinde, siyasi sığınma talebimizin en
kısa sürede hayata geçmesini umut ediyor, tüm Küba halkını ve sizi sevgiyle selamlıyoruz. Bilgilerinize arz ederim."
…
…
…
Göç
mevsimi başladı; “Alamancılar” geçiyor, arabalarının hörgüçlerine yüklenmiş
heybeleriyle bir kervan misali.
Önce
girenleri karşılıyoruz. İzinleri bitince de gidenleri uğurluyoruz.
İki futbol
sahası büyüklüğünde kocaman bir alana bakan yan yana dizilmiş sıra sıra
dükkânlar. Önlerinde sergileri, ahşap
kapı pencereleri ve saçaklara tutturulmuş kordonlara iliştirilmiş dizi dizi
ampuller; sarı, sıcak. Gündüzleri, bir kalabalık, bir curcuna… Geceleri daha
sakin, keyifli geçiyor.
Küçük tüp
üzerinde demlenen mis gibi çayın yanında, kararmaya yüz tutmuş tavada pişirilen
o menemenin tadı, hiçbir zaman, hiçbir yerde yakalanamayacak bir daha.
Sabaha
karşı, el ayak çekildiğinde, dükkânlar kapanıp, yolcular arabalarında uyumaya
gittiği vakit, benim vaktim başlıyor.
Sıra sıra
dükkânların arkasında göz alabildiğine uzanan ekin ve gündöndü tarlaları.
Şehir
ışıklarının soğuk aydınlığından uzak, yıldızların parıltılarını saçtığı
zamanlar.
Ağustos
böceklerinin cırcırlarının eşliğinde gecenin sesini ve kendimi dinlemek vakti…
…
…
…
On yedi
yaşımdayım ve tek başımayım. Çoluğu, çocuğu topladı, tatile gitti “Kani abi”. O
dönünce ben gidecem, söz verdi.
O yazın
favori şarkısı "SineadO’Connor -
Nothingcomparestoyou” dinliyorum. Kaseti başa alıp alıp hiç durmadan...
Bütün kamping ezberledi. "Köşe manav” Arif abi,nakaratlara eşlik edecek
kıvama geldi.
Sezonun son
günleri yaklaşıyor tek tük arabalar geçiyor.
…
Gece iki
suları, kirli farlarıyla bir araba park ediyor dükkânın önüne. Bütün kamping
uyuyor.
Göbekli
yaşlı bir adam, başörtülü tombul bir kadın iniyor, plakasındaki “RO” harflerini
seçebildiğim “maşinadan”.
…
Romenlerle
tanışalı çok fazla zaman olmadı. Dağıtılan bir doğu bloku ülkesinden olan bu
insanları tanımaya çalışırken biz, Onlar da, kapitalizmi artık özümsemiş,
“neoliberal,/dindar kapitalizme” yelken açmış olan yurdumuzun nimetlerinden
faydalanmaya geliyorlar. Ivır zıvır şeyler getiriyorlar satmak için. Dönüşte de
topladıkları paralarla özellikle kot pantolon ve yiyecek namına ne varsa
toplayıp gidiyorlar.
Ley'ler küçük ama
hayaller büyük.
Sattıkları
ile almak istedikleri arasındaki uçurum arttıkça, kendilerini attıkları çukur
da büyüyor. Bir dal Amerikan sigarasını
bırakın, o sigaranın poşeti için bile çukura girip çıkmaya hazırlar.
Bu
hikâyeler arttıkça, minareler utanıyor şehirde, duvarlar utanıyor. Kapılar,
pencereler, yol bile...
Ay bile
utanıyor, kızıla bürünüyor da, "insan"
utanmıyor.
Döviz
bulundurmanın ve ithal malların yasak olduğu yılların hemen ardından gelen
zamanları hatırlıyorum, “Tonton”’lu zamanları... O Amerikan sigarası, kolası
girmeseydi hiç hayatımıza, olmasaydı yâda hiç, ne değişirdi?
O
zamanların klişesi; “Cebimizde paramız var ama alacak bir şey yok.”
Tüp kuyruklarında, yağ kuyruklarında beklerken
daha mı mutsuzduk?
Daha refah,
daha mutlu muyuz sanki şimdi?
Bunu
yaşayacaklar. Mahrum kaldıklarını, hasret olduklarını düşündükleri şeyleri
almak için, her şeylerini satacaklar ve alacaklar.
…
Amca, amaca
kilitlenmiş bir pervane gibi ışığa doğru geliyor. Tombul teyze arabanın yanında
bekliyor. Açık olan tek mekân benim.
Hava soğuk
sayılacak kadar serin. Sıcak bir kahve içecek, dinlenecek yer arıyorlar.
İstanbul’dan Bükreş’e gidiyorlar.
Yarı
Romence, yarı Türkçe, biraz da İngilizceyi katlederek, ellerle, kollarla
anlaşmaya çalışıyoruz.
Sessiz
sinema oynuyormuşuz da anlatması sırası bende ve “Hasan boğuldu” ‘yu anlatıyorum.
İlki özel isim,
onu geçiyorum. İkinci kelimeyi anlatmak içinse bildiğin can çekişiyorum.
“okadarakadar”
Bir de niye
bağırarak konuşuyorsak? Sanki kulağımızdaki salyangozlar uykuya dalmış, onları
uyandırmaya çalışıyoruz.
Sultanahmet’e
gidenler bilirler; Turistlere, sordukları adresi Türkçe kelimelerle bağırarak;
kulaklara değil de, desibelle adeta beyinlerine hitap etmeye çalışan cuma
namazından çıkmış amcalar gibiyim.
Ben
bağırıyorum diye sanırım, o da bağırıyor.
Bağırıyoruz
ki, kelimeler ürksün, kendiliğinden "translate" olsun.
“Ya sittir
et be amca, otur! Ben sana bir kahve yapayım” diyorum. Kahve’yi anlıyor,
gülümsüyor amca. Kapıyı açıyor Tombul’a sesleniyor. Ben küçük tüpün üzerine
çinko çaydanlığa suyu koyuyorum. Fincanlar, şeker derken aradan zaman geçiyor, kapı
açılıyor, çıngırak çalıyor. Arkam dönük ama içeride amcayla tombuldan başka
üçüncü bir varlığın olduğunu hissediyorum.
Çöktüğüm
küçük tüpün başından başımı çeviriyorum ki Aman Allahım (o zamanlar inancım da tam)
o da ne?
Tombul
teyzeyi, yanında Romanya güzellik kraliçesiyle birlikte kapıda fark
ediyorum. Tamam, birinci olamasa bile en
azından ilk dörde girer. Ne diyorsunuz kuzum, en azından mansiyon falan alır.
Öyle bir güzellik işte…
Siyah
ceketinin, kırmızı şifon gömleğinin içinde bana bakıyor. Yok! Çatalıma bakıyor.
Gömleği çekiştirerek,
çöktüğüm yerden yavaşça doğruluyorum.
Dalgalı
kestane saçlar, belirgin elmacık kemikleri,
Yuvarlak,
küçük bir çeneye sahip minicik yüzünün ortasında, kırmızı bir ağız...
Okka gibi
bir burun ve içinde balıkların oynaştığını görebileceğiniz, bir deniz kadar
berrak yemyeşil gözler. Öyle bakıyor ki, o yeşil lazer beni delip geçtikten
sonra, hemen arkamda rafta duran konservelere de birer delik açıyor.
Şairin
dediği gibi “Ondan sonrası iyilik, güzellik…”
“Merhaba” diyorum, “Merhaba” diyor. Hem güzel,
hem çabuk öğreniyor.
Elini
uzatıyor. Eli elimde öylece bakışıyoruz.
İçimde bir
kabarma, kanımda kaynama… Duyuyorum, adeta bir fokurdama sesi geliyor benden.
Gülümsüyor,
bakışının ucuyla çaydanlığı gösteriyor, bakıyorum; su fokurdayarak, taşıyor.
“N’oluyorolm
kendine gel” diyorum. Ama sesimi duyuramıyorum. Artık çok geç, duyacak mesafede
değilim, çok uzaklaşmışım kendimden.
“Good music” gibi bir şeyler söylüyor sanırım.
“yes, I like to me” gibi bir şeyler zırvalıyorum. Hiç konuşmamışım da, hala cevap
bekliyormuş gibi boş gözlerle bana bakıyor. Elimle de pekiştirerek "verygood,
very" diyorum. Gülümsüyor yine.
Oradan buradan sohbet ediyoruz. Nelerden
bahsediyoruz tam olarak hatırlamıyorum ama “Çavuşesku” dan bahsederken
yüzlerinde beliren o korkuyu hala hatırlıyorum. Aramızdaki diyalog, sohbet
kıvamına gelemediğinden olsa gerek, kendi aralarında konuşmaya başlıyorlar.
Şarkı biter bitmez kaseti başa sarıyorum kalemle, sürekli. Hissediyorum,
kraliçenin gözleri üzerimde.
Kahveler
bitiyor, şişman amca ve Tombul teyze ayaklanıyor. “Ne güzel oturuyorduk. Ulan
bu hikâye böyle mi bitecek? “ diyecek oluyorum... Kraliçe hiç kıpırdamıyor,
oturuyor öylece taburesinde.
Ayaklarımda
başlayıp yavaş yavaş yukarı doğru tırmanan bir karıncalanma hissediyorum.
Gümbür gümbür davullar çalıyor. Camdan dışarıya bakıyorum kimse yok, her şey olağan, her şey sessiz. Kalbim şakaklarımdan çıkacak diye korkuyorum.
Gümbür gümbür davullar çalıyor. Camdan dışarıya bakıyorum kimse yok, her şey olağan, her şey sessiz. Kalbim şakaklarımdan çıkacak diye korkuyorum.
Biz şimdi
kraliçeyle başbaşa mı kalacağız?
Sanki bir
bok yiyecekmişim gibi heyecanlanıyorum. Bunu düşündüğüm için kendime kızıyorum
ama dolabın arka tarafında duran yer yatağını düşünüyorum… Aman Allah’ım neler
geçiyor aklımdan saliseler içinde! Hemen kovalıyorum bu düşünceleri. Yeteri
kadar korkutamamışım sanırım, dönüp, onlar düşüyor peşime, kaçıyorum,
kaçıyorum, kaçıyorum...
Yüreği
ağzında bir gece başlıyor.
Adı Elena…
Canım Elena. Yirmi yaşında.
Konuşmaya
çalışırken en çok kullandığımız kelime “understand?” Saçma sapan, birbirimizi
anlamadan, anlamış gibi yaparak bir şeyler anlatıyoruz, durmadan. Nelere ve
neden bu kadar gülüyoruz? Ortada normal olmayan bir durum var, bu çok açık.
Tek ortak paydamız, çalan şu şarkı belki sadece.
Tek ortak paydamız, çalan şu şarkı belki sadece.
"Müziğin de,
Aşkın da dili yok."
İkimizin de
ağzı kulaklarında, güller açıyor.
Bir ara
masanın üzerinde ellerimiz birbirine değiyor, göz göze geliyoruz. Öyle
dakikalarca birbirimize bakarak hiç konuşmadan yüz kez çalan şarkıyı, yüz
birinci defa dinliyoruz.
Kokusunu
duyuyorum, sıcaklığını…
“Nothing compares to you”
Gün
ağarıyor, şişmanla tombul yanımıza geliyor.
Adresler
alınıyor, adresler veriliyor.
“Döneceğim,
tekrar geleceğim. Mektup yazarım, sende bana yaz. Ben gelemezsem sen gel..."
Gözlerimiz doluyor, ağlayacağız resmen. Bu noktaya nasıl geldik biz sadece birkaç saat içerisinde?
Nasıl bir şey bu? Ne biçim bir veda bu?
Gözlerimiz doluyor, ağlayacağız resmen. Bu noktaya nasıl geldik biz sadece birkaç saat içerisinde?
Nasıl bir şey bu? Ne biçim bir veda bu?
Şişman amca,
tombul teyzeyle vedalaşıyorum. Defalarca teşekkür ediyorlar.
Kaç
dakikadır eli elimde terliyor? Öyle
bakıyoruz birbirimize.
Uzanıp bir
öpücük konduruyor dudaklarıma, dizlerimin bağı çözülüyor.
Karşılık
versem, tekrar öpsem ayıp mı olur? Acaba yanlış mı olur? Kesin sapık olduğumu
düşünür? Bir daha da yüzüme bakmaz. Sanki yarın yine görüşeceğiz de… Uzanıyor
bir daha öpüyor, bu defa uzun, bu defa ıslak, bu defa sıcak... Sımsıkı
sarılıyoruz, kokusunu içime çekiyorum. Çıkıp gidiyor, her adımında biraz daha
eziliyor içim. Kalakalıyorum kapının arkasında. “maşina” hareket ediyor,
ayaklarımın dibine ufalanıyorum.
…
…
…
“Kani abi”
bronz teniyle tatilden dönüyor, sezon bitiyor, sonbahar geliyor, “Urfalı” aynı
yerinde oturuyor.
- - Usta Castro’dan geldi mi cevap?
- - Yok gelmedi ama ben başka bir ülke buldum usta, Dünya’nın en zengin
adamının ülkesi…
- - Neresi lan orası?
- - Brunei kralı usta. Nasıl ama?
Her gün
Rusya’ya, Küba’ya, Kore’ye, Burnei kralına yazılan sayısız iltica mektupları.
Ciddi ciddi yazılan mektuplarla başlayan hayali maceralar kahkahalarla beraber
en nihayetinde, Burnei kralının köleliği ile ironik ve dramatik bir şekilde son
buluyor.
Hayat nehri
akıp gidiyor. Hayaller, umutlar, özlemler…
Elena’dan
iki mektup aldım. İlk mektubuna vesikalık siyah beyaz bir fotoğrafını da
eklemiş, resmin arkasına da bir telefon numarası. Her iki mektubun sonuna da
kırmızı rujunu sürüp, kocaman öpücük kondurmayı ihmal etmemiş. O gözler, o
dudaklar, o koku…
- - Oki olm. Şşşşşt….Oki! Âşık mısın lan?
- - Selahattin abi, Romence biliyor musun?
Yüzüme
bakıyor, ince bir gülümseme geçiyor dudaklarından.
- - Sen İki çay kap da gel, hallederiz.
…
…
…
Ben bu
Dünya’yı anlamıyorum.
Şurada
dükkânın önünde otururken ben; az ötede, yüz, bilemedin iki yüz metre ileride,
adına sınır dedikleri bir şey var. Dikenli teller, hayali bir çizgi, az ileride
akıp giden nehir.
O nehrin
hemen karşı kıyısında bir köy var, pazar günleri kilisesinin çan sesini bile
duyabildiğimiz.
O nehrin ötesinde; aynı yağmurda ıslandığımız, aynı bulutları
seyrettiğimiz (arasından sadece bir çizgi yâda, bir nehir geçiyor diye) “aynı
insanlar” arasında, başka bir dil konuşuluyor ya;
Sırf o
çizgi var diye; o başka dilde, başka yasalar, başka inançlar var ya;
Ve o hayali
çizginin ötesine geçmek için; saçma sapan bürokratik işlemler, pasaportlar,
vizeler, izinler gerekiyor ya;
İşte ben
bunu anlamıyorum.
Hani, şimdi
şuradan kalksam, yürüyerek on dakika sonra kilisenin yanındaki meyhanede
olabilirim. Masayı donatsam, yanına bir de yetmişlik açtırsam; Rakı aynı rakı,
meze aynı meze.
Benim
hafzalam bunu almıyor.
Ben bu
Dünya’yı da, bu hayatı da anlamıyorum.
Ne kadar
anlamaya çalışırsam, o kadar dışında kalıyorum.
Zaman zaman
kenarından düşersem diye ödüm kopuyor.
Kimi zaman
da atmak istiyorum kendimi en derin çukurunun ta dibine.
Kimi zaman
da, öylesine basıp geçiyorum zamanın üstünden, sanki bin yıl ömrüm varmış “Kral
Alobar” gibi.
…
Ne zaman
yerleşime açsam kalbimi, “madem öyle, bende şuracığa bir ev kondurayım” diyen
olmadı. Kimin gözlerinin içinde yaşamak için iltica talep ettiysem; o kapaklar
kapandı, kirpikler kilitlendi.
Kısacası;
bir ahenk, uyum içinde yaşamaksa aslolan, ritmini tutturamadığım zamanlar
çoktu.
Her
defasında “yeniden başlamak” düştü payıma, bir şehirden başka bir şehre taşımak
hikâyemi.
Zaman zaman
bir yere ait olmayı, kökler salmayı, uzun vadeli planlar yapmayı hayal ettim,
düşündüm, İstedim de hatta.
Ama herkes
kendi nehrinin yatağında akıp gidiyor.
Kimi
akıntıya kapılıp kaybolup yitiyor, kimi tutunuyor bir şeylere.
Aslında,
öyle yâda böyle aynı denize dökülüyor bütün nehirler, netice değişmiyor.
Var
olduğunu bildiğim, fakat nereden geldiğini tarif bile edemediğim iki sesin
peşinden gittim hep.
“Gönül ve
vicdan”
Doğru yada
yanlış hesabını tutmadım hiç...
Bildiğim;
seçtiğimiz kavşakların yâda akıntısına kapıldığımız nehirlerin bizzat hayatın ta
kendisi olduğu.
İşte bu
yüzden, tam da bu yüzden;
Şimdi ben,
İlticaya
meyilli, müzmin bir göçebeyim, bir mülteciyim aşklarda…