24 Eylül 2012 Pazartesi

Anlar, kokular, notlar ve şehirler - Ihlamur kokulu adamlar - I


Bazı yaşadıklarımızı hatırlar, ömrümüzün sonuna kadar saklarız. Bazılarını ise sanki hiç yaşanmamış gibi sonsuza dek sileriz hafızamızdan. 
Bazıları anıları saklamasını sevmez, 
bazıları anıları da, insanları da biriktirir.
Kirpi yavrusunu pamuğum diye severmiş ya, herkesin yaşadığı da kendine “en” dir.
Sıradan da olsa hatıraları anmak, anlatmak. 
Ama hepsinden keyiflisi, yazmak…
Bir zamana ve bir mekana ait geçmişten bahsedip, anıları yad ediyorken, sıradan bir Fikri Amca’yı, komşu Müzeyyen teyze’ yi kimse hatırlamaz. Oysa o şehirlerde, o mahallerdeki delileri, atipik insanları, bizde yer edenleri, iz bırakanları asla unutmayız.
...
...
...
Çocukluktan çıkıp gençlik kategorisine geçtiğimiz yıllarda Kani abi hep etrafımızda, eşrafımızdandı. Aslında biz onların hep etrafındaydık.
Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın muhteşem insanları…
Kabul ediyorum, böyle adamlar her yerde vardır. 
Ama "onları bir araya, aynı zamana denk getirmek de neyin nesi?"
Onlarla oturup sohbet etmek, anılarını dinlemek… Hiç kimseye, en yakın arkadaşına bile anlatamadığım, aşık olduğum kızdan bahsetmek, tarifi olmayan bir şeydi.
- N’oldu konuştun mu kızla?
- Yok be abi.. Yalnız gezmiyor ki. Bi yalnız yakalasam… Ama yarın, yarın kesin, kesin yani…
- Akşam şarabı çekerken öyle demiyordun ama “Tutacam kolundan, çekecem kenara “seviyorum ulan” diyecem. Sen bu boku yiyemeycen galiba..? Ben babasını tanıyorum kızın, istersen bir de babasıyla konuşayım.
- Ya tamam be abi, sana da bir şey anlatmaya gelmiyor yani.
Belki de koca koca adamların bizi adam yerine koyarak; karşılarına alıp dinlemeleri, bizimle şarap içmeleri, sohbet etmeleriydi hoşumuza giden.
Her gün uğramazsak bir şeylerin eksik olduğunu düşünür, hatta kendimizi suçlu hissederdik.Özellikle bütün ekibin genelde bir araya geldiği akşamüstleri en özel zamanlardı.
Yolun boşalacağı zamanı bekleyip maç yapabileceğimiz zamana dek onların arasına karışmak, onlardan birisi olmak için birbirimizle yarışırdık. 


Üzerinden çıkarmadığı ekose takım elbisesinin içine beyaz gömlek giyerdi Kani abi. Gömleğin açık yakasını da fularla kapatır, her daim jilet gibi dolaşırdı. 
O ekose takım elbisesi, her yere beraber gittiği bisikleti, kafasının üstünde taşıdığı tüylü fötr şapkası ile bulunduğu ortamda onu fark etmemeniz mümkün değildir. 
Bu görüntüsü ile sıra dışı biri olduğunu bir bakışta anlayabilir, hatta o ilk bakışla kaçığın biri olduğunu bile düşünebilirsiniz. Ancak, konuşmaya başladığınızda; düzgün Türkçesi, kibar konuşması ve nazik tavırları ile de aynı zamanda onu ciddiye almanız gerektiğini hissettiren, bilgiç bir adamdır Kani abi. 
Zayıf vücut yapısı, ince kemerli burnu ve beyaz teni ile nereli olduğuna karar veremeyeceğiniz, 45 – 50 yaşlarında olmasına rağmen yaşını asla kestiremeyeceğiniz, başka zamanların, hatta başka bir çağın adamıydı.
Nereden kaldı, asıl hikayesi nedir bilmiyorum? Kani abinin bir tiki vardı ve bu tiki lakabı olup yapışmıştı adeta ona. Öyle ki, “Kani bilmem ne” deseniz kimse tanımaz ama “Kuk Kani” dediğinizde tanımayan da çıkmazdı onu.
Hiçbir zaman yüzüne karşı böyle bir şey söylemek cesaret edilemese bile, yakın arkadaşlarının, tikini bilen yaramaz çocukların ve kendini bilmez hayta gençlerin; bisikletini adeta “Mercedes 230” kullanıyormuş edasıyla sürerken gördüklerinde, kızdırmak için arkasından “kuuk..!” çektikleri, onun da birden zıvanadan çıkıp ağzı dolusu küfürler savurarak onları kovaladığı görülmüş ve hatta;
- Aşşaki maaledeki fırıncı Yakubun ismail’i yakalamış, aazını burnu kırmış kızanın “Kuk Kani”
Rivayetleri dolaştığı da olmuştur biz çocuklar arasında. 
Göz alabildiğine açık gökyüzü, Işıl ışıl yıldızlı, ılık, güzel bir bahar gecesi. 
İçtiğimiz tekel birasının feri kafalarımızı bulandırmaya yetmese de; bütün bir şehri, zamanı, hatta hatıraları bile saran, içimize işleyen, canımın içi ıhlamur kokusu. 
Bu güzel bahar gecesinin geç bir saatinde, kraliçe Elizabeth'in sarayına kadar uzanan yolun kenarındaki parkta, yaşlı ıhlamurun tam altında, oturmuş sohbet ediyoruz. 
Bir çoğumuz, “o saatte” eve gittiği için babasından okkalı bir fırça yiyeceğini bilmesine rağmen, sohbete, kahkahaya kıyıp da eve gidemiyor. Tam birisi kalkmaya niyetleniyor ki, yeni bir hikaye, yeni bir kahakaha tufanı başlıyor, gitmek için kıçını kaldıran, kaldırdığı gibi bırakıyor aynı yerine.
Tek tük geçen arabaların dışında bizden başka gecenin sessizliğini bölen hiçbir şey yok. 
Yaz gecesinden bir kaç sene öncesinde yaşanıyor bu hikaye.
Cehennem gibi sıcak bir yaz öğleden sonrası, asfalt erimeye yüz tutmuş. Çıraklıktan arttırıp, iple çektiğimiz bu pazar gününde, balık tutmaya gitmediğimiz için pişman, sıcaktan kıpırdayamaz halde, miskin miskin pinekliyoruz; ben ve “büzükteşim”. (Annem öyle diyor. Onlarla çok fazla zaman geçirdiğimi düşünen ve bu duruma kızan annemin, en yakın arkadaşlarımın geneline, tek tek verdiği isim bu.)
Otobüs durağının gölgesinde oturmuş, yoldan gelen geçeni izliyoruz. Her geçene muhakkak bir bok atıyoruz ki, böyle avare zamanlarda en sevdiğimiz oyunlardan birisi bu.
“Bedford Hüseyin” tabladaki marullara su serpiyor, Kasap Süleyman hortumla caddeyi ıslatıyor. Sıkıcı, sıradan bir yaz öğleden sonrası işte. 
Sıcaktan mayışmış, oyundan vazgeçmiş, iç sıkıntımızla kendi iç sessizliğimize gömülmüşüz. 
“Büzükteş”im ne düşünüyor bilmiyorum ama ben kurulacak en güzel, içinde aşk geçen, sevgi geçen cümleler kurmaya çalışıyorum. Hayata dair ne biliyoruz ki, kadınlara dair bir şey bilelim. Kasetçi faruk'un dediği "ilk cümle çok önemli" geçip karşısına ne diyebilirim ki ?
Kani abi bisikletini park ediyor, Taşhan ‘ın taş duvarına. 
Muhteşem ekibin tamamlanmasıyla beraber, şarap saatinin geldiğinin de habercisi bu.
Şarap saatlerinde manava giren müşteri, bir kadın ya da bir aileyse, çay bardağına konulan şarap, çay kaşığıyla karıştırılmak suretiyle “biz aslında gerçekten çay içiyoruz, kesinlikle şarap içmiyoruz” havası yaratılmaya çalışılır. Bardakta şarap bitmiş ve içerideki müşteri bir türlü çıkmak bilmiyorsa, “Hüseyin oğlum, koy bana bir çay daha” diyerek durum da pekiştirilirdi.
Kasap Süleyman’ın çırağı, Kani abinin bisikletinin kornasını çalıyor. 
Elle, parmak yordamıyla sıkılan, sıkıldıkça hava dolu yuvarlak lastik haznenin içindeki havanın sıkışarak borunun içindeki ses düzeneğini harekete geçirmesi vasıtasıyla, kornadan ses çıkarması prensibine dayalı, bildiğiniz basit havalı korna işte.
Ama kasabın çırağı sıkmıyor, adeta otomatiğe bağlamış, ha bire mıncıklıyor.
- Fonk.. fonk.. Fonkfonkfonk…!
Kani abi dışarıya çıkıyor. 
Veledin yüzünde sinsi bir gülümseme, köşeyi dönüp sıvışıyor.
- Çalma oğlum, çalma yavrum.
Kani abi içeri giriyor;
- Fonk fonk fonk fonkfonk.
Aynı mizansen tekrarlanıyor;
- Yapma be evladım, çalma be çocuğum
Kani abi bir gözü etrafta; karizmayı çizdirmeden, havasını da bozmadan tekrar içeriye giriyor. İçeride, şarabı ve muhabbeti yarım bırakarak dışarı çıkmak zorunda kalmak canını sıkıyor, her halinden belli. Üstelik çıkan o komik korna gürültüsü de cabası. 
Sanırım en çok da, değer verip gözü gibi baktığı, üstünden inmediği bisikletine, bir velet tarafından reva görülen muamele kanına dokunuyor.
Yaklaşık bir yirmi dakika cebelleşiyor kani abi ve yüzsüz çırak.
Aynı olay ben diyeyim yedi, siz deyin on defa tekrarlanıyor.
- Fonkfonkfonkfonk…..
O kibar, o beyefendi, o fular takan Kani abi, hışımla fırlıyor sokağa;
- Çalma pezevengin oğlu çalma..! Sen git evde babanın taşaklarını sık..!
Bu hikâye de atlanmıyor, anlatılıyor ve gülünüyor aynı etkiyle.
Gece ilerliyor, ay dönüyor, gülmelerin sonu geliyor. 
Biralar bitiyor, ıhlamur kokusu içimizi bayıyor. 
Artık gitmenin vaktinin geldiği söyleniyorken tam da;
- A ha kani abi…
- Hadi be..! nerde?
Kafalar çevriliyor, bütün ağızlar susuyor, derin bir sessizlik. 
Caminin köşesinden kıvrılan yolun başında tüylü fötrü, ekoseli takım elbisesi ve bisikletiyle Kani abi bize doğru geliyor. Birazdan önümüzden geçecek. 
İlk şoku atlamanın ardından, az önce anlattığımız hikayenin de etkisiyle hafif gülüşmeler oluyor.
- Sakın olm bak kimse “kuk” demesin.
Herkes kendi fikriymiş gibi birbirine aynı şeyi tekrarlayıp duruyor.
- Sakın olm bak..!
Bunu söylerken yüzlerde öyle bir ifade var ki; sanki Kani abiyi huzurevine yatırmışlar, bizde hep beraber ziyaretine gitmişiz, içeri girmeden önce “Sakın ama bak! kimse kuk demesin” Bir duyarlılık, bir iç parçalayıcı üçüncü sınıf drama oyuncu edası… Bugüne kadar aramızda Kani abi’ye “kuk” çekmiş kimse yokmuş gibi bir hissiyat. 
Dile getirilmese de fikir birliği oluşuyor, belli ki orada olduğumuzu bile sezdirmeden geçip gitmesini bekleyeceğiz. Sessizlik sürüyor. Kani abi başı dik, mağrur, adeta bisiklet sürmenin ciddi bir iş olduğunu, hatta gecenin bir körü olsa bile, “Mercedes 230” sürmekten de daha ciddi bir iş olduğunu hisseden ve hissettiren bir edayla yavaşça önümüzden geçiyor.
Kıkırdamalar, birbirini dürtmeler.
Tüm gözler hala onun üzerinde, tam da ona trans olmuşken, hafifçe başını bize doğru çeviriyor Kani abi, dudaklarını öne doğru uzatıp; 
- Kuuuk..!
“Büzükteşim” le beraber şahit olduğumuz ilk olayda da, o ıhlamur kokulu gecedeki “kuk” vakasında da, yaşadığımız şaşkınlık ve patlattığımız kahkaha aynı etkiyi yaratıyor; oturduğumuz banktan düşmemize sebep oluyor.
Çatışmalı iki kuşak arasına sıkışmış; kaygılı ama mutlu, fakir ama zengin, velhasıl tuhaf yıllar.
İtiraf edilemeyen aşklar, hep bir mahcup, hep bir mahzun, içe dönük zamanlar…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder