15 Mayıs 2009 Cuma

Uzağa...


Sulu sepken bir kış ayazı...
"Uzağa bir yere, ama nereye olursa olsun, uzağa…" diye çıktığım yolculuğun beni getirdiği sahil kasabasının; düzensiz, yabancı, yalnız, taşlık ve dar sokağından, tedirgin adımlarla tırmanıyorum tepeye.
Küçük balıkçı limanı alaca karanlıkta daha güzel görünüyor yukarıdan. Arkamda, gri bir fonda, küçük kasabanın; silik, sıkıntı veren tek tük sarı ışıkları.
Bacalarından kül rengi hayatlar tüten o evlerde, kimler yaşıyor, şimdi ne konuşuluyor, hikâyeleri ne..? Gündelik sıkıntıları, küçük mutlulukları ve hayal kırıklıkları…
Bu defa bu oyunu oynamayacak kadar yılgınım.
Ki artık tanıdık kimsem yok bu yerde.
Her ayrıntını, her anını hatırlardım elbette,
zaman bu kadar hain davranmasaydı bize eğer.
Karşımda duran deniz kadar simsiyah saçlarını,
ona yarenlik eden
ve ancak bir kış ayazının akşamüstüsü kadar esmer yüzünü…
Narin parmaklarını, bu soğuk coğrafyanın değil sadece, kuzey kutbunun bütün buzullarını eriten o gülüşünü ve adımı her söyleyişinde içimi titreten sesini…
Bir tek kışa yakışmıyor senin adın,
Oysa sen;
Sımsıcak, kavuran, terleten temmuzun, sapsarı başaklarısın…
Aşağıda, limanda balıktan yeni dönmüş bir teknenin telaşı ve koşuşturması.
Ayaz, bileylenmiş bıçaklarıyla, ince kesikler atıyor yüzüme.
Ufukta, alabildiğine karanlık, köpükler içinde “Karadeniz.”
Aç martıların son kahkahaları ve son kanat çırpışları gün için.
Bil ki, zorlu geçecek gece…
Istırancalardan gelen yağmur kokusu, bacaların kükürtüne direnemiyor.
Derin bir nefes, bana sadece damarlarımı geren nikotin seğirmesini hatırlatıyor.
Bir sigara yakıyorum, bu yorgun ve tanıdık manzaraya…
Tanıdık o meyhane az ileride.
Tuğla bacasından, tuğla sobasının dumanı yükseliyor.
Poyrazla beraber kulağıma gelen tamburun sesi, ayaklarımın beni oraya neden getirdiğini hatırlatıyor sanki.
Oralı değilim. Şimdi nereliyim..? Onu da bilmiyorum…
Sigara ve soba dumanının buğusundan sararmış meyhanenin camları.
İçerisini ve dışarısını görmenin mümkün olmadığı,
verniği akmış ahşap pencereden geçmişe dair tanıdık izler görmeye çalışıyorum ama nafile...
Tahta kapının mandalını kaldırırken bir an tereddüt etmememin sebebi; an itibariyle gözlerin bir yabancıya çevrilmesi sadece.
Yine de içimde; içeride beni bekleyen manzaranın, o zaman ki gibi olmasa da, az çok ne ile karşılaşacağımı bilmenin rahatlığı var. İçeriye doğru açılan kapının ardın da kesif bir anason ve ızgara da cazırdayan balık kokusu…
Bir karafaki rakı, pilaki, beyaz peynir, söğüş domates bir de kalkan tava söylüyorum.
Tambur çalıyor, yaşlı elleri ve sarkmış yüzüyle ihtiyar.
Kendimi iyi hissettiren sıcak sandalyem, tanımadığım yüzler, bardağımda rakı, karşımda üzerinde beyaz danteller oynaşan, kapkara bir deniz…
Ve aklımda sen…
Aşağıda kasa kasa nafakalarını taşıyor balıkçılar, şimdiden köhne pansiyondaki yatağımı düşünüyorum.
Duvarda, bir kovukta, rakı şişesinin içinde kurutulmuş sapsarı başaklar görüyorum…
Şimdi, bugün, hiç olmadığım kadar bahtiyarım…

Serçe Sabahları - III (Son)




Gittin…
Sanki hiç gitmemişsin gibi…
Bir yaz öğleden sonrasının dinginliği…
O kadar sakin ki her şey...
Ardına kadar açık pencerenin iki kanadı, perde hafifçe kımıldıyor.
Halının üstünde oynaşıyor güneş. Çam ağacının reçinesinin ağdalı kokusu, serçe sesleri, birkaç çocuk gülüşmesi, hepsi bu.
Bir yaz gün ortasının öğle dinginliğinde, elimde kağıt kalem kalıverdim öylece ardından işte... Hepsi bu...
Üç ay boyunca neredeyse hiç çıkmadım bu odadan.
O kadar çok kitap okudum, o kadar çok söz dinledim ki; birbirine geçti her şey.
Ara sıra arkadaşlar geliyor, bir müzeyi ziyaret ettiklerini düşünüyorlar bende, bundan eminim.
Artık daha iyiyim, bazen geceleri dışarı çıktığımızda oluyor. Güne merhaba dediğim bu öğlen saatleri dışında, gündüzlere katlanamıyorum yine de.
Bir şeyler içip havadan sudan konuşuyoruz. Beni oyaladıklarını, bir an için unutturduklarını düşünmelerini sağlamak için çaba sarf ediyorum.
Sabahın beşinde kalkıp bülbül sesi dinlemeye gidiyoruz yine. O ceviz ağacının büyüdüğünü fark ettim, bunu senin de görmeni isterdim...
Nehrin ne kadar cılızlaştığını görsen inanamazsın.
"Bu yaz kurak geçecek", "başaklar tarlalarda kavrulacak" diyorlar.
Kirazlara yağmur vurdu, dallarda kurtlandı hepsi, doya doya yiyemedik.
Nehrin sessizce kıvrılışı, kavak yapraklarının hışırtısı, üstümüze yağan kırağının kokusu, ay ışığı, ceviz ağacının gölgesi ve …
Aslında değişen bir şey yok; güldüğümde alnımda beliren kırışıklık, gözlerimin altında ki kocaman torbalar dışında...
İhtiyarladım işte…
bindokuzyündoksanbir/haziran
"Bana zamandan söz ediyorlar
Gelip size zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
Hepsini bilirsiniz zaten, bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
Dahası onlar da bilirler.
Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler, öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki
hançeri çıkartmak, Yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak
kolay değildir elbet.
Kolay değildir bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek.
Zaman alır.
Zaman alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar dibe
çöker.
Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.
Bir yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir. "
m.mungan.

"Seksenyedi - II"



Gelişi güzel dizilmiş zerzevat kasalarını ve karpuz- kavun tezgâhını siper etmişiz kendimize. Sağlam, büyük bir kasadan kurduğumuz çilingir sofrasının etrafında oturuyoruz, korunaklı meyhanemizde. Reşit olup birahaneye, meyhaneye girebileceğimiz günlere kadar mekânımız olan o manav tezgâhının arkasında, sezen aksu “ah mazi” kıvamındayız.
Manavın dandik teybinin kristali tarafından bir iki yerinden koparılmasına rağmen ve “git” şarkısını dinleyebilmek için, her defasında kalemle geri sarışlarımıza rağmen, inatla eskimeyen o kaset; hiç kimse tarafından o kadar çok dinlenilmemiştir eminim.
“Gitme kal yalan söyledim
Doğru değil ayrılığa daha hiç hazır değilim...”
O yaşlarda ne ye hazırdır ki insan..? Ama zamansız, anlamsız bu ayrılığa hiç hazır değilim.
Hayatlarımızda, kafalarımızda bir şeyler değişiyor, tek farkındalık bu.
Her zaman hazır olduğumuz tek bir şey var ;
arkadaşlarla birbirimizi baştan çıkarıp okulu kırmak.
Genciz delikanlı. Her seksen kuşağı gibi kaybedeniz biraz, biraz da arabesk.
İroni dolu hikâyelerle, yaşanmışlıklarla dolu yaşam;
loş bilardo salonunun rutubetli kokusunda, hayatlarımız gibi oynadığımız oyunun adı : .
Ya da Amerikan oyununda yaptığımız gibi;  yanlış deliğe sokmak hayat biraz
“Hah! Tamam” dediğimiz; en önemli anlarda lar hep istekamız.
İçeri gri önlüklü bir kız giriyor. Etrafını süzdükten sonra, bakışları bende üzerime geliyor. Elime bir mektup tutuşturup
“- Bu elif” ten dediğinde bir yerden tanıdığımı hatırlıyorum. Bir şeyler gevelemeye çalışıyorum, dinlemeden dönüp arkasını gidiyor.
Zarfı telaşla ve içimdeki sıkıntıyla beraber açıyorum.
Huzursuzum, en küçük artçıya dayanamayacak kadar iğreti, eski bir taş duvarım.
Hepsini bir solukla okuduktan sonra, sadece son cümle yankılanıp duruyor içimdeki boşlukta...
Başladığı gibi damağımda sahra çölü kuruluğu bırakıyor.
Bedford la başlayan o güzelim hikaye, bir mektupla bitiveriyor işte...
Maç yaptığım Ümit Besen kılıklı kahveci;
- Oyniycek misin len?
İstekamla öyle bir vurmak istiyorum ki toplara Ümit Besen’in burnunda patlasın üçü birden.
Eğiliyorum masaya
- çıt…


"Seksenyedi - I"


Eski, tarihi, taş bir han. İçin de bir hamamı, çevresinde manavından kasabına, esnaf lokantasından bakkalına on, on beş dükkân var. Delikanlı çağlarımızın arka fonu.
Trafiği pek olmayan, üzerinde gazozuna tek kale maçlar yaptığımız asfalt yol sahamız, sabah işçilerin servis bekledikleri otobüs durağı da akşamları bizim kalemiz.
Manavın çırağı, “Bedford Hüseyin” i yaşının bizden küçük olması ve biraz da eksik akıllı olması sebebiyle bu maçlara dâhil etmezdik. Zaman zaman adam yokluğunda kaleye geçmişliği de olmuştur hani.
Lakabı da o zamanların popüler olan burunsuz kamyonlardan kalmaydı. Kocaman kafası, üstünden kamyon geçmiş hissi veren basık bir suratı ve yetişkin bir adamın cüssesine sahipti.
Çok nadir konuşur ama olur olmadık her şeye gülerdi. Getir götür işlerine bakar, hamurdan imal tutkalıyla gazeteden kese kâğıdı yapar, küfesiyle müşterilerin evlerine alışverişlerini taşırdı.
Ortalık sakinleşip, kimse kalmadığında kendi kendine top oynadığını görürdük. Bir de Akşamları kendisine yemek getiren kardeşini kaleye geçirir, tek sigarasına penaltı çekişirlerdi. İşler yolunda gitmiyorsa eğer, penaltıdan önce  ondan duyduğumuz (küfürler de dahil) ender kelime topluluklarından biridir.
Okulu kırdığımız günlerinden biri, kravatlar fora, ceketler askıda, beyaz gömleklerin kolları sıvanmış. Her zamanki gibi bilardo salonunun önünde kız lisesinin çıkışını bekliyoruz. Herkesin beklediği biri var elbette, ben ise adını bile bilmediğim platonik aşkımı...
Birazdan önce tek tük, daha sonra bir güruh halinde kızlar çıkacak karşı ki kapıdan. Ve o her zaman yaptığı gibi, kalabalık arkadaş grubunun arasında, bakışlarımın farkında, fısıldaşarak, gülüşerek önümden rutin merasim geçidini gerçekleştirecek. Bir gün yalnız yürüse şu yolda, bir gün de yanına gidip konuşabilsem diye iç geçirirken, örülmüş saçı, gri okul elbisesi, beyaz gömleği, sol yanağındaki gamzesiyle beliriyor kapıda.
Yalnız olduğunu görmek bir mucize gibi.
Yanımdan geçerken, beni benden alan, tutup kollarımdan bir boşluğun içine bırakan bana bakıp gülümsemesi…
Sanırım arkadaşımın dediği gibi "bir şey yapmalıyım". Arkasından seslenmek istiyorum, ismini bilmediğim geliyor aklıma. Başka bir şekilde hitap etmem de olası değil, o an dikkatlerin üzerimde toplanması en son istediğim şey.
Köşeyi dönüyor, sanki birden uçup gidecek, kaybolacakmış gibi endişelenerek adımlarımı hızlandırıyorum, köşeyi dönüyorum ki, çantasını duvara koymuş içinde bir şey arıyor.
Mayıs ayının ortası, dallarda bahar, kuşlar cıvıl cıvıl, gözleri simsiyah bana bakıyor. Bir çiçek kokusu geliyor yandaki bahçeden ama ismini çıkaramıyorum.
Saç diplerimden başlayan titreme tüm vücuduma yayılıyor, ellerim buz kesiyor, dizlerimin bağı çözülüyor, damağım sahra çölü, yutkunamıyorum…
Karşısında duruyorum, çantasından bakışını bana kaldırıyor “eee.. ne diyorsun?” der gibi, cesaretlendirici bir bakış değil açıkçası. Ellerime bakıyorum, masmavi bilardo tebeşiri.
Hiç konuşamayacakmışım, sesim hiç çıkmayacak sanıyorum. Ya da konuşmaya başladığım an da üç yaşında bir kız çocuğunun sesi… Siyah beyaz televizyonda dedemin ajans dediği haberleri sunan tok sesli spiker geliyor o an aklıma, o sesle en ciddi haberi bile sunsam kimse ciddiye almaz, hatta dalga geçerler.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum? öylece dikiliyorum.
On saniye? Yirmi… ?
Yüz yıl önce oraya dikilen bir heykel gibiyim, üzerime kuşlar pislese umurumda olmaz.
Son kez yutkunmaya, boğazımı temizlemeye çalışıyorum, garip bir ses çıkıyor benden, sadece o değil ben bile nereden geldiğini öğrenmek için kafamı çevirip, sesin gerçek sahibini arıyorum gözlerimle.
Aklıma "Bedford" geliyor.
“allam ne olur gol olsun”