15 Mayıs 2009 Cuma

"Seksenyedi - I"


Eski, tarihi, taş bir han. İçin de bir hamamı, çevresinde manavından kasabına, esnaf lokantasından bakkalına on, on beş dükkân var. Delikanlı çağlarımızın arka fonu.
Trafiği pek olmayan, üzerinde gazozuna tek kale maçlar yaptığımız asfalt yol sahamız, sabah işçilerin servis bekledikleri otobüs durağı da akşamları bizim kalemiz.
Manavın çırağı, “Bedford Hüseyin” i yaşının bizden küçük olması ve biraz da eksik akıllı olması sebebiyle bu maçlara dâhil etmezdik. Zaman zaman adam yokluğunda kaleye geçmişliği de olmuştur hani.
Lakabı da o zamanların popüler olan burunsuz kamyonlardan kalmaydı. Kocaman kafası, üstünden kamyon geçmiş hissi veren basık bir suratı ve yetişkin bir adamın cüssesine sahipti.
Çok nadir konuşur ama olur olmadık her şeye gülerdi. Getir götür işlerine bakar, hamurdan imal tutkalıyla gazeteden kese kâğıdı yapar, küfesiyle müşterilerin evlerine alışverişlerini taşırdı.
Ortalık sakinleşip, kimse kalmadığında kendi kendine top oynadığını görürdük. Bir de Akşamları kendisine yemek getiren kardeşini kaleye geçirir, tek sigarasına penaltı çekişirlerdi. İşler yolunda gitmiyorsa eğer, penaltıdan önce  ondan duyduğumuz (küfürler de dahil) ender kelime topluluklarından biridir.
Okulu kırdığımız günlerinden biri, kravatlar fora, ceketler askıda, beyaz gömleklerin kolları sıvanmış. Her zamanki gibi bilardo salonunun önünde kız lisesinin çıkışını bekliyoruz. Herkesin beklediği biri var elbette, ben ise adını bile bilmediğim platonik aşkımı...
Birazdan önce tek tük, daha sonra bir güruh halinde kızlar çıkacak karşı ki kapıdan. Ve o her zaman yaptığı gibi, kalabalık arkadaş grubunun arasında, bakışlarımın farkında, fısıldaşarak, gülüşerek önümden rutin merasim geçidini gerçekleştirecek. Bir gün yalnız yürüse şu yolda, bir gün de yanına gidip konuşabilsem diye iç geçirirken, örülmüş saçı, gri okul elbisesi, beyaz gömleği, sol yanağındaki gamzesiyle beliriyor kapıda.
Yalnız olduğunu görmek bir mucize gibi.
Yanımdan geçerken, beni benden alan, tutup kollarımdan bir boşluğun içine bırakan bana bakıp gülümsemesi…
Sanırım arkadaşımın dediği gibi "bir şey yapmalıyım". Arkasından seslenmek istiyorum, ismini bilmediğim geliyor aklıma. Başka bir şekilde hitap etmem de olası değil, o an dikkatlerin üzerimde toplanması en son istediğim şey.
Köşeyi dönüyor, sanki birden uçup gidecek, kaybolacakmış gibi endişelenerek adımlarımı hızlandırıyorum, köşeyi dönüyorum ki, çantasını duvara koymuş içinde bir şey arıyor.
Mayıs ayının ortası, dallarda bahar, kuşlar cıvıl cıvıl, gözleri simsiyah bana bakıyor. Bir çiçek kokusu geliyor yandaki bahçeden ama ismini çıkaramıyorum.
Saç diplerimden başlayan titreme tüm vücuduma yayılıyor, ellerim buz kesiyor, dizlerimin bağı çözülüyor, damağım sahra çölü, yutkunamıyorum…
Karşısında duruyorum, çantasından bakışını bana kaldırıyor “eee.. ne diyorsun?” der gibi, cesaretlendirici bir bakış değil açıkçası. Ellerime bakıyorum, masmavi bilardo tebeşiri.
Hiç konuşamayacakmışım, sesim hiç çıkmayacak sanıyorum. Ya da konuşmaya başladığım an da üç yaşında bir kız çocuğunun sesi… Siyah beyaz televizyonda dedemin ajans dediği haberleri sunan tok sesli spiker geliyor o an aklıma, o sesle en ciddi haberi bile sunsam kimse ciddiye almaz, hatta dalga geçerler.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum? öylece dikiliyorum.
On saniye? Yirmi… ?
Yüz yıl önce oraya dikilen bir heykel gibiyim, üzerime kuşlar pislese umurumda olmaz.
Son kez yutkunmaya, boğazımı temizlemeye çalışıyorum, garip bir ses çıkıyor benden, sadece o değil ben bile nereden geldiğini öğrenmek için kafamı çevirip, sesin gerçek sahibini arıyorum gözlerimle.
Aklıma "Bedford" geliyor.
“allam ne olur gol olsun”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder