24 Eylül 2012 Pazartesi

Mualla'ya Serenat - II


Sallana sallana, ine çıka, dolana dolana geçiyoruz Torosları.
Güneş çamların ardından göz kırpıyor.
Bir dağı aşıyoruz ve sanki bir devri aşıyoruz.
Çorak bir manzaradan ibaret her şey, göz alabildiğince aynı manzara…

Çoğu boyasız, kimi sıvasız ve damsız gri evler.
Antenler sarkıyor her yerinden.
Beton bacalar, duvardan fırlamış borular ve katranlı dumanlar…
Bütün yüzlerden gözle görülür bir sıkıntı akıyor, camlara sıvanıyor.
Daha ilerisini görmek mümkün değil artık.
Heyula’dan sıyrılıp yüzüme, üstüme bulaşan isten kurtulmaya çalışıyorum.

Antalya’dan otobüse bindiğim andan itibaren treni ve yolculuğumu düşünüyordum aslında sadece.
İlk kez uzun bir tren yolculuğuna çıkmanın telaşı ve endişesi…

Zor geçen bir kışın son günleri bunlar…

Çantam, kitabım, küçük pilli kasetçalarım, işte yine yollardayım.

İstasyon, kasabanın hemen yamacında.
Dımdızlak, çırılçıplak ceviz ağaçları ve yeşil şimşirler içerisinde.
Etrafını çevreleyen alçak, ahşap çiti biraz olsun içimi ısıtıyor. Kasvetin içerisinde bir soluk, biraz huzur, nefes aldığımı hissediyorum.

İki katlı, sarı, şirin lojmanının penceresinden sarı bir ışık süzülüyor. O sarı pencerenin ardında istasyon şefi ve tombul karısının gündelik, sıradan yaşamları…
Salonun ortasında bütün harıyla yanan sobanın telinde kurutulan çamaşırlar, pazar banyoları, çocuk bağrışmaları, ay sonu kaygıları, bilindik karı koca kavgaları, ertelenen umutlar.

Herkes bir hayat yaşıyor, basit, uzun ya da kısa, sıfatın manası yok.
Zamanın ağırlığı, mutluluğun da darası yok.
Patikadan geçip gidiyorum, sarı ışığı arkamda bırakarak.

İstasyon kahvesinin açık olan radyosundan haber spikerinin tok sesi yankılanıyor sundurmaya.
Sarı, tok ve soğuk sesin olduğu kapıdan kafamı uzatıyorum içeriye.
Meşini yırtılmış, süngerleri çıkmış, oturdukları sedirin, oturdukları köşenin bile aynı olduğu, aynı yüzlerin, aynı yaşamların istasyon kahvesi.

Sınanmış alışkanlıkların, aynılıklar kahvesi…

Gelen trenler, gidenler ve yiten zaman…

Köşede yalnız başına oturan kasketlinin önünde bir kadeh duruyor. Yaşamın derin izlerle bezediği suratını kaldırıp kapıdan gireni süzüyor.
Besbelli ki beklediği ben değilim, başka birini bekliyor.
O son kırışıklık, umduğu ile karşılaşamamanın hayal kırıklığı çizgisi, derinliğini seziyorum.

Kirli sarı boyalı duvarda, rutubetten sararmış beyaz saate ilişiyor gözlerim,
“Pamukkale ekspresi”nin gelmesine yirmi dakika var.
Çantayı yere bırakıyorum, ceketimin düğmelerini çözüyorum.

Trenler geçiyor içimden, istasyonlar, garlar.
İnenler, binenler, sürekli bende yol alanlar ve bir daha hiç uğramayacağım istasyonlar.
Uzun bir serüven bu, aylardan zemheri…

Loş bir mekân, masamızda kandil ışığı, ahşap sandalyemiz.
Kulaklarımızda, eski şarkılardaki plak cızırtısı.

Hiç konuşmadan saatlerce oturduk, saatlerce de oturabiliriz.
O kömür karası, canımın içi gözlerden süzülen yaşların sebebi ben değilim, biliyorum.
Ama bu seslerin, bu görüntülerin onu benden uzak, başka bir yerlere alıp götürdüğü de aşikar.

Nasıl böyle bakmayı becerebiliyor bilmiyorum ama alaz giriyor gözlerimden, göğsümde bir yerleri kavuruyor.
Daha henüz bu yangını söndürememişken,
hiç ummadığım bir an da uzanıp öpüyor, kızıl dudakların koru yakıyor.

+iyi gelmiyor bu şarkılar bana, gidelim buradan

- Gidelim...

İnce ince bir yağmur yağıyor…

Yürüyoruz ve hiç durmadan yürüyebiliriz.

+Uzaklara gidelim, uzun bir yolculuğa çıkalım ya da… Tren yolculuğuna çıkalım mesela?

- Tamam, gidelim.

Vuslat taşır bazen;
binilen o trenler, çıkılan o yolculuklar, o küçük istasyonlar, kocaman soğuk garlar. Ve çoğu zaman ayrılık…

Aynı kompartıman penceresinden bakamadığımız;
küçük kasabaların bahçeli evlerinin,
demlice bir bardak çayını içemediğimiz küçük istasyon kahvehanelerinin,
binemediğimiz o trenin ve çıkamadığımız o yolculuğunun küskünleriyiz… Belki de..?

İki kişilik bir bilet…
Yan yana aynı zamana sığdıramadığımız, sadece iki kişilik bir bilet… Belki de...?

Bir yalnıza, yenilmişe ait değildir ya hep;
İki kişilik de olabilir keşkeler,
İki kişilik belkiler,
Ve iki kişiliktir yarım kalanlar.
İki kişiliktir özlemler, hasretler.

O bunu hala bilmiyor…


1 yorum: