15 Aralık 2010 Çarşamba

Anlar, kokular, mandalina ve kereviz...

Soğuk bir şubat pazarı, dikiliyoruz mahalle bakkalının önünde.
Ona sorarsan kendini market sanıyor.
“iki metal raf koydun, gösterişli bir şarküteri dolabın var diye ne market tribi atıyon lan!!” demiyoruz, iyi bir arkadaşımız Sinan.

O yıllarda bakkallar kendini market, pasajlar da alış veriş merkezi sanıyorlar gibi bir durum var.
Ama sadece bakkal ve pasajlarla sınırlı değil bu durum.
İcraatın içinden diye bir program vardı mesela.
O programa çıkan tonton amca da “ortadirek” diyordu, savaşmaktan bahsediyordu. “savaşırsak üç koyup beş alırız” diyordu.
Herkes köşeyi dönmekle bozmuştu ama bütün köşeler paylaşılmıştı çoktan, kimse bunun idrakine varamıyordu. Ülkemizin her geçen gün zenginleştiğinden falan dem vuruyordu tonton ama öğretmen Ahmet amcalar, kömür alacak paraları olmadığı için, hala köyden gönderilen gündöndü sopası yakıyorlardı sobalarında.
Tuhaf yıllardı velhasıl.

Ebru’yu bekliyorum aslında ben.
Kardeşini gezdirmek bahanesi ile buluşmaya gelemediği zamanlar, bakkaldan bir şey almak bahanesi, buluşma vesilemizdi.
Lise çağında, kucağında bir çocukla çay bahçesinde oturup, sevgili olmak kadar boktan bir durum daha var mıdır bilmiyorum?
Evlenecektik biz, hayallerimiz vardı.
Ve belki de evlendikten sonra yaşacağımız hayatın provasını yapıyorduk

Gelecek mi, gelmeyecek mi? Bekliyoruz, beklerken de sezonun son mandalinalarını yiyoruz.

Yugoslavlar, Romenler, derken glastnots nidalarıyla dağıtılan doğu bloğu ülkelerinden, akın akın kapitalizm görmeye geliyorlar ülkemize, şehrimize. Son misafirlerimiz de Macarlar.
En çok “kenyır” satıyoruz Macarlara, bildiğin ekmek yani.

İhtişamlı caminin, mütevazı otoparkına, bir Macar otobüsü yanaşıyor.
Bir iki grup iniyor. “Kenyır”larını plastik torbalara doldurup, paralarının yetip yetmeyeceğini kestiremedikleri; peynirlere, salamlara ve kavurmalara bakıyorlar.
“Kenyır”larını verip savuşturuyoruz ilk grubu.

Yıllarca imparatorluğa başkentlik etmiş bu şehir. Her yerinden bir tarih fışkırıyor.
Medeniyet, her geçen gün çocukluğumu, eski sokaklarımı, şehrimi, mahallemi, adım adım kemiriyor; kuduz bir “lağım faresi” gibi.
“Modernize” kisvesi altında, eski yerleşim bölgelerini “rantiye” hale sokmaya çalıştıkça, garip manzaralar çıkıyor ortaya elbette.
Bakkalın karşısında yan yana duran bu iki tarihi mezarda; otopark ve yol arasına sıkışmış kalmış.
Kimin? Kime ait oldukları bilinmiyor?
“Muhterem bir zat” olarak, ahalinin kayıtlarına geçmiş ve kimse sarıklı taşına, mermer lahit kapağına dokunmamış.

Mandalina kabuklarını birbirimizin gözüne sıkarken, Macar otobüsünden inen üç sarhoş görüyoruz. Göbekli ve iri yarı olan, (mezar taşının yanında dikili duran ahşap direğe yaslanıp) gözümüzün içine baka baka mezara işiyor. Muhterem bildiğimiz zatın, tam da üzerine.
Hadi muhterem zat’ı geçtik, o itiraz edecek durumda değil.
Bizi de geçtik diyelim.
Karşıda sıra sıra dizili evlere, o evlerin pencerelerine, o pencerelerin ardında oturan; müzeyyen teyzeyi, Gülser ablayı hatta güzel kızı Arzu’yu da hiçe sayarak, resmen işiyor adam.

“N’oluyor lan!” demeye kalmadan, yanımdaki son mandalinasını işeyen şişmana fırlatıp, okkalı bir küfür sallıyor. Mandalinanın, döne döne ağır çekim gidişini ve adamın tam sol gözüne “şapadanak” diye “cuk” oturuşunu, şu an bile çok net hatırlıyorum.
Mandalina mağduru, sendeleyerek, son damladan biraz daha fazla miktarda üzerine de işdekiten sonra, pantolonunu toplamaya çalışıyor.
Kendi aralarında hararetli konuşmalarından, el ve kol hareketlerinden, çok kızdıkları belli, üzerimize geliyorlar.

Sert bir rüzgâr, bol kükürt ve ocakta pişmekte olan kereviz kokusu getiriyor burnuma. Sevmiyorum; ne kerevizi, ne de kokusunu. Ben Ebru’nun kokusunu duymayı beklerken…

İtiş kakış yaşanıyor ikili arasında, şişman göbekli vurmaya yelteniyor (koca marketçiye) ama boşa sallanıyor o kol. Sallama sırası bizimkine geçiyor ve evet, yine tam isabet.
Kıçının üzerine oturuyor koca cüsse.
Bu kafi gelmemiş olacak ki, yerde debelenen şişmanın üzerine uçuyor adeta Sinan.
O an a kadar, elimde mandalina hala Ebru’yu düşünüyorum. (neden sonra, bu olay daha fazla büyümeden, ayırmalıyım sanırım diye düşünerek, harekete geçmeye karar veriyorum.) Eğilmiş, bizimkini çekelemeye çalışırken, sol yanımda bir gölge… Ki gölgeyi fark etmemle birlikte, sağ gözümde bir parlaklık, bir nur. Hatta daha çok bir yıldıza benziyor bu. Sirrus’u bu kadar yakından görmemiştim hiç.

Eğildiğim yerden doğruluyorum. Burnumdan akan bir sıcaklık ve bembeyaz gömleğim kıpkırmızı.

Aklımda iki soru var.
Biri Ebru; gelse görecek ve nasıl tepki verecek? Kafam karışık.
Diğeri ise;
“neden bütün kavgalarda mağdur sağ gözüm lan?”
Sürekli kavga etmiyorum elbette ama ettiğimde de hasımlarımın hedef olarak neden sağ gözümü tercih ettikleri?

Mosmor olacak ilk zamanlar, sonra mordan sarıya doğru açılan halkalar ve sonu gelmeyen sorular.

Gören tek gözümle, sirrus’umu arıyorum.
Uzun boylu, zayıf, kara suratlı Macar, ağzında sigara, pis pis bana bakıyor.
Çok kızdım evet, sanırım biraz da canım yanıyor.
Gelişigüzel nereye vurduğuma bile bakmadan sallıyorum yumruğu.
Uzun boylu adamın geri geri üç dört adım atıp, sırt üstü düştüğünü ve ağzında duran sigaranın, (çarpışmanın etkisiyle) uçuşan kıvılcımlarımı görüyorum sadece.
“Eline sağlık, yaşa kızanım” diyen sesini duyuyorum Müzeyyen teyzenin.
Bir iki dakika içinde gelişen bu ani olay, onun da aklını başından almış olmalı.

Kapalı çarşı esnafı, bütün mahalle eşrafı, herkes neredeyse olay mahalline akmış.
Kırmızı/beyaz gömleğimi gören Macarlara saldırıyor.
Mahşer yeri.
Fırça, süpürge sopası, kürek, sandalye, okey istekası, küçük tüp… Evet evet, o karmaşanın içinde, birinin elinde bildiğimiz küçük tüp’le Macarların otobüsüne saldırdığını görüyorum. Adamlardan hıncını alamayan kalabalık, otobüslerine yöneliyor, en son küçük tüpü otobüsün ön camında görüyorum. Gürültüyle patlıyor cam.

Birileri tampon yapmaya çalışıyor burnuma, bir diğeri “taksi çağırın” diyor.
Yüzümü görmedim ama sanırım durum tahmin ettiğimden vahim.
Sinan’a bakıyorum, ne demek istediğimi anlıyor.
Bir araba geliyor apar topar devlet hastanesi acile gidiyoruz.

Şansıma o gün cildiyeci nöbetçi. Film çekiliyor, eğip büküyor filmi nöbetçi;
“muhtemel kırık var, burunda”. “Yarın gel ortopedist arkadaş baksın bir de”.

Sağ gözüm kapanmış. Burunda kocaman iki tampon çıkıyoruz acilden rıza abi ve ben.

- Oğlum, herif pis vurmuş lan!
- Sen zaten hep yediklerimizi gördün abi, attıklarımızı hiç görmedin ki

Eskiden olduğu gibi gür bıyıkları olsa, belki bu gülümseyişini görmeyebilirdim ama sadece bıyıkları değil, tek bir kılı bile yok artık Rıza abinin. Hepsini askerde, son gecesinde döküvermiş.
Hiçbir zaman sebebini kendisine soramaya cesaret edemedim.
-terhis olacağı son gece, komutanı ona ağır bir laf etmiş, kaldıramamış bu lafı Rıza abi, üzüntüden önce saçı, sonra bütün kılları dökmüş- diye bir rivayet dolaşıyor mahallede.

Düşünmenin iyi ama düşünüp de kafaya çok takmanın iyi bir şey olmadığı, hafızamıza kazınıyor o yıllarda daha.
-

Sıcak, yapış yapış bir yaz akşamı, elimde kitap oturuyorum dükkânın önünde.
Aradan yıllar geçmiş, onca şehir gezmişim, onlarca işe girip çıkmışım, yüzlerce, binlerce insan girip çıkmış hayatıma. Ve şimdi bu sahil kasabasında, oturmuş kitap okurken birden karşıma çıkıyor işte. Olmadık bir zaman da, olmadık biçimde ve olmadık bir yerde.

“Orospu Hayat!”
Bu cilveleşmelerinden mütevellit, hak ediyor bence bu ismi.

Yüz hatları hala aynı sadelikte ve güzellikte, bu pek değişmemiş.
Yılların, ondan çok şey alıp götürdüğünü söylemese de, donuk bakışlarından anlıyorum.

Onu gördüğüm o an, aklımdan gelip geçenleri yazsam, yüzlerce hikâyeme mevzu çıkar sanırım.

“Nasılsın?” diyor.
Onca sene sonra sorulacak, en anlamsız soru bu olsa gerek.

Eskilerden, mahalleden şuradan, buradan konuşuyoruz.
İki kızı var biri ilkokula gidiyormuş,
İhtivasında “ne bırakıp gittin lan beni hödük” olan ifadesiyle;
“Asabi, kıskanç, kavgacı anlaşması zor bir adamdın” diyor (hani öyle olmasaydın, belki de… belki de… der gibi )acı bir tebessümle. Benimle alakalı, kala kala bu kalmış aklında.
“Hala öyleyim” diyorum. (Bir şey kaybetmiş değilsin, adam olmadım ben hala, sana hayırlı bir koca hiç olmazdım zaten der gibi)
Biraz daha laflıyoruz…
Geçmişim, hayatım, yaşadıklarım ve yaşayamadıklarımla baş başa bırakıyor beni.

Kahvemden bir yudum alıyorum, ayracı alıyorum kaldığım yerden.
O kitap bir daha hiç açılmayacak, biliyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder