28 Ocak 2010 Perşembe

Gittiğin yağmurla gel... (İğde kokulu zamanlar - son)

Bittiğini düşünüyorsun…
Sıçramayı beklediğin an; o inişin bir sonu yok, bunu anlıyorsun.
Bir çıkış noktası,
parmak uçlarında zemini hissedip, dizlerinden aldığın olanca kuvvetinle yukarıya doğru sıçrama isteği…
Derin maviye attığında kendini, ciğerlerindeki havanın seni yukarıya çıkarmasını umut etmek gibi.
Derinlik sarhoşluğu dedikleri bu olsa gerek.
Dibi bulup sıçramayı beklerken “hiçlik” iyi geliyor.
Yukarıya çıkmayı isterken, diğer bir yandan da orada öylece hiçlik içinde kalmak istiyorum.”
Buz gibi bir hava…
O kocaman petekleri bile ısıtmaya kâfi değil adliye koridorlarını…

Bir közün içindeyim, ama yine de üşüyorum. Ellerim, ayaklarım buz.

İnsan, benim başıma gelmez diyor, aynen ölümü kendine yakıştıramadığı gibi.

“Birinci aile mahkemesi koridoru" da yeterince soğuk ve yeterince gri…
Onunla karşılaşmamayı umuyorum, koridorun havalandırma bahçesine açılan penceresinden yağmuru izlerken.

Ne telaşı var bu insanların?
Alıp veremedikleri ne birbirleriyle?
Niye var bu binalar?
Ve ben,
niye bu saçma sapan oyunların bir parçasıyım?

Neden bu kurumlar?
Neden bu imzalar?
Buna hiç anlam veremedim, veremem de sanırım?

“Söz” verdiğinde, örneğin bir deniz kenarında ve demlice bir çayı yudumlarken karşılıklı;
Daha değerli değil mi attığın o imzadan?
Ve daha can yakıcı, daha inandırıcı değil mi;
kim olduğunu bilmediğin bir hakimin “ayrılabilirsiniz” demesinden,
“seni istemiyorum hayatım,da” nüktesi bir sevdiğinin?

Benim dünyam bu değil…

Otobüsün kalkmasına daha zaman var.
Her gidişinde onunla beraber bir parçamda gidiyor. Ve biliyorum o da bir parçasını etinden kopara kopara bana bırakıyor.
Kan kokusu; ne mendilden, ne de cebimden,
içimdeki çiziklerden geliyor, biliyorum.

Yanağından süzülüp, kırmızı tişörtünün yakalarını ıslatan her damla için,
santim santim etimden ve yıllarca ömrümden verebilirim.
Gözünün pınarından bir damla süzülüyor kırmızı yakaya…
gözlerimle takip ediyorum damlayı, süzüldüğü yol boyuna çiziyor içimi.

- Yapma böyle, daha da zorlaştırma
+ Elimde değil ki, tutamıyorum…
- …
+ Görüyorsun ya bu bir tesadüf olamaz. Her defasında yağmur yağıyor. Az önce günlük güneşlikti…
- Yaz yağmuru bu güzelim, birazdan geçer…

Topu taca atmaktan başka çarem yok.
Yoksa oturup ikimizde ağlayacağız; Küçük şehrin, küçük otobüs terminalinde.

Kan revan içinde iniyorum otobüsten.
İniyorum derken; bir yanım benimle, diğer biryanım sekiz numara, cam kenarı…
Kırmızı yakalarında kalıyor aklım, giden otobüsün ardından.
Ne el sallıyoruz, ne de bir kol. Bu bir son değil çünkü.
En son sevdiği şarkıyı mırıldandım ona, terminal kahvesinde, elleri ellerimde…

“Gittiğin yağmurla gel…”

(Serde hasretlik var.)

Hakim saçma sapan sorular soruyor şahitlerime.
Siz hiç şahit oldunuz mu? “Şahit diye getirdik olmasa işi ne burada”
Mahkeme raconunu sadece filmlerden biliyorum.
“Mahkemeye saygısızlık” denen bir suç var, biliyorum ve susuyorum.

Hani tokmak nerde peki? O ahşap tokmak? Vurmayacak mı masaya..? Ve demeyecek mi? “Yaz kızım; şahitlerin ve tarafların beyanı göz önünde bulundurularak;
evlilik müessesinin temellerinden sarsıldığına ve şiddetli geçimsizlik sebebiyle, tarafların tekrar bir araya gelmelerinin mümkün olmadığı kanaatine varılmış olup, tarafların boşanmasına …”

Çıktığımda o salondan, yine her şey yerli yerinde;
yağmur yağan havalandırma boşluğu, soğuk gri koridor, soluk yüzler, yaktığım sigara, kalabalıklar, arabalar, pantolonumun ütüsü, kol düğmelerim, ağaçlar, cebimde titreyen telefonum, ben…
Her şey yerli yerinde ve her şey aynı…
20.yaş günümde hediye edilen o güzel çakmağı yitirmiş olmanın huzursuzluğu var içimde.

Nedense kötü anılar gelmiyor insanın aklına böyle zamanlarda; “neredeydik, nerelere geldik..?” muhasebesini yapamayacak kadar yılgınım.
Topu bu defa tribünlere yolluyorum.
Kırmızı ıslak yakalar hala aklımda…

Aslında,
daha ne kokular, ne zamanlar var, en olmadık zamanda gelir aklıma…
Yağmurlar, şarkılar, ağaçlar, anlar, kokular ve şehirler…

Bunları düşünürken kaldırım değiştiriyorum.
Acı bir fren sesi kadar yakınız ölüme.
Bu defa ölmüyorum…
Tam da bunları düşünürken mesela,
tüm bu olanların dışında kalabiliriz; daima, mümkün…

Zaman… Hayat...

Kırmızı yakalar ve bir de iğde kokulu zamanlar…

Aslında;
O yağmur dinmiyor, o şarkı hiç bitmiyor…
Ama,
Bu bir son…

(sonu gelmiyor bazen, ama bu "iğde kokulu zamanlar" ın sonu olsun)

2 yorum:

  1. okurken içimden geçen şeyler bunlar diyerek sonuna kadar okudum. içim sızladı aynı şeyleri yaşamak ve bunları başkasının kaleminen dökülmüş şekilde okumak benim dikkatimi çekti. söylenecek sözler tükeniyor........

    YanıtlaSil