28 Ocak 2010 Perşembe

İğde kokulu zamanlar - I

(bu hikayenin sonunu getirebilir miyim bilmiyorum..?
ama iğde kokulu bir zamanda ve iğde kokulu bir sokakta başladı her şey... )

Hastane yokuşunu çıkarken düşlüyorum seni.
Parke taşlı yavaş yavaş çıktığın o yokuş, her adımında, bir uçurumdan hızla yuvarlanan ilk heyecanımıza getiriyor seni.

“Geri dönmek mi..?”
Aklının ucundan bir an geçiyor muhakkak...
Ama yok... hayır! “yaşanacak ne varsa yaşanmalı”. Bunu istiyorsun, biliyorum.

Ateş basıyor her yerini.
“sakin ol…” diye telkin ediyorsun telaşlı ellerini.

Şimdi, yokuşun sonundaki sarı evi görebiliyorsun artık. Yaklaştığını düşünerek yavaşlıyorsun.
Daha sonra hatırladığında her şeyin net olması için; bütün bir görüntünün, her anın, her halinin resmini çiziyorsun.

Tepeye çıktığında, sağında kalan eski çeşmeye, solunda çiçek açmış ağaca baktığını biliyorum. Bahar çiçeklerini görmemen mümkün değil, eski çeşmenin de senin güzelliğini...

Birazdan, yokuşun bitiminde, hafifçe sola kıvrılan iğde kokulu o yola gireceksin.
O yolun kokusu, o gece...
Benim hala aklımda...

Binbirgece hikâyelerini anımsatıyor bana...

Hastanenin hemen yanında, ahşap, eski, cumbalı bir evin taş duvarından sarkan dalları bile yetiyor (onlarca yıl sonra bile hatırlamamı sağlayan) o yapış yapış, insanın içini burkan kokusunu yaymaya.
Dallarının arasında kızıl bir ay duruyor.

Küçük bir iğde ağacı bunu yapmaya kadir mi..?

Sanmam..!

İçimizde uçuşan heyecanın kanat çırpışları, damarlarımızda bir lav gibi akan kıpkırmızı kan ve kocaman bakır bir tepsi gibi dalların arasından sarkan ayın sıcaklığı bu; kokunun çok daha ötelere, içerilere sızmasını sağlayan. Hatta iliklerimde hissedebildiğim…

Ilık, rüzgârsız, sakin, dingin bir ilkyaz gecesi bu, gün ağaracak bir iki saat sonra.

Sabahçı kahvesinin önünden geçiyoruz, kahvenin önünü süpürüyor yaşlı, kambur kahveci. Bizi görünce işine ara veriyor, selamlaşıyoruz. Her sabah onun çayını içmeden geçmediğim parkın içinden geçerek evimin sokağına varıyoruz.

Yokuş bitiyor, küçük göğüs kafesin hızla alçalıp yükseliyor, dizlerinin bağının kesildiği yerde. Bir an durup soluklanıyorsun, eczanelerin büyük camekânlarında kendini süzüyorsun; saçların dağılmış mı diye. Kapının önüne geldiğinde çantandan küçük aynanı çıkarıp rujunu tazeleyeceksin eminim.

Az önce indiğin dolmuşta, evden çıkmadan önce saçlarını tararken, okulda derste, etrafında olup biten her şeyden uzak benimlesin. Aklında sadece ben varım ve benimle son üç günde yaşadığın her şey…

Evin merdivenlerini çıkarken durup yüzüme bakıyorsun, çakmak çakmak o kocaman gözlerinle;

- Bu şey… Durmadan böyle büyüyecek mi?
- Sen izin verdiğin sürece…
- Ya sen..?

Anahtarı çeviriyorum yuvasında, kapım ardına kadar açılıyor sana…

- Hoş geldin…

bindokuzyüzdoksanyedi/.....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder