23 Mart 2009 Pazartesi

Serçe Sabahları - II



Müzik de koku gibi hatırlatır olmadık bir yerde, unuttuğun (o) anı…
Muhtemel, salonun ortasında gece öldürdükleri bir adamın cesedin kemiklerini parçalıyor karı – koca. Üst kattan gelen bu münasebetsiz gürültünün başka bir anlamı olamaz?
Yattığım yerden; esmer, parlak, pürüzsüz omzunun üstünden, perdeden sızan gün ışığına bakıyorum. Yerde, çıplak parkenin üstünde plaklara, oradan da tam omzuna vuruyor. Pencerenin köşesinde masmavi gökyüzü parçası. Bir bahar gününün en netameli saatleri.
Orada bir yerde, işçi kahvesinin önünde, ihtiyarlar romatizmalarını ısıtırken güneşte, çaylarını yudumluyorlar. Çay kaşığının sesini duymak bile mümkün biraz daha zorlarsam.
Dağınık kızıl saçların yastığın üzerine bir dantel gibi dağılmış. Senin kokun, benim kokum, parfümünün kokusu, geceden kalan sevişmemizin kokusu…
Gündüzlerimin yabancısı, gecelerimin sultasız kadını…
Birkaç saat sonra gideceksin. Aklıma geliyor bu.
Bir bulut geçiyor tam pencerenin önünden. Ne gün ışığı, ne de sevişme kokusu kesmez bu ağrıyı... “Yağmurda herkes hüzünlenmez, neden hep hüzünlü şarkılar çalıyorsun?” demişti biri, aklıma geliyor.
Oysa yağmur hep hüzündü benim için, şimdi anlıyorum...
Bu gün ışığı, bu kokular, omzun, varlığın bile yetmiyor sıkıntı örtüsünü aralamaya...
Uyanmak istemiyorum. Burada, böylece, seninle ömrümün sonuna kadar kalabilirim.
Dün karşılıklı otururken fuayede, göz göze gelmemek için direndiğimiz o halimiz... Kimse anlamasın, kimse bilmesin derken, ele veren o iğreti uzaksamamız… Uzun zamandır tiyatroda, kafede, barda,orada, burada... tanıdık, tanımadık herkesin yanında oynadığımız; oyun içinde oyun. Her akşam provasını yaptığımız.
Anlamamazlıktan, görmemezlikten, bilmemezlikten geliyorlar. Sanırım, sonunu en az bizim kadar onlarda merak ediyorlar?
O sonu onlara da bağışlamamızı ister gibiler.
Biliyorsun, o perde indiğinde kimse bağışlamayacak bizi.
Görünüşe göre, kimse masum değil...
Kimin yalanı bu? Senin mi, benim mi?
Biz… Ben… Ne kadar devam edebilir ki daha?
Ne kadar sürdürebilirim bunu..? Bilmiyorum..?
Kime kızacağımı bilmiyorum gittiğinde?
Hangimize daha çok küfrettiğimi bilmiyorum?
Buna izin verdiğin için sana mı?
Bunu kendime yaşattığım için bana mı?
Hiçbir şeyden haberi olmamasına ve en masum, en hak etmeyen “o” olmasına rağmen, benden önce seni tanıdığı için “ona” mı?
Yoksa, böyle kusursuz bir kurgu için, hayata mı?
Sana… Bana… Ona… Hayata… Şairin dediği gibi 

Beynimi kemiren o kurdun; (sana, o baştan çıkaran yatağına koşa koşa geldiğim her defasıında, hızla çıkarken merdivenleri...) eziyorum kafasını her defasında.

Hiç cevap vermedim... Verilecek bir cevabım olmadığı için belki de...
Biliyorum, elle tutulur bir yanı yok bu yaptığımın.
Şimdi yatağındayım… Yumruk gibi duruyor bir şey boğazımda, söküp atamıyorum. Karın boşluğumda duran sıkıntı, ciğerlerimde hissettiğim sızı.
İçimde bir camı kesiyor elmasla bir el…
Sarılıyorum buğulu tenine, bir öpücük konduruyorum omzuna,
“gitme...”
diyorum usulca…
-Autorevers- sancılarım gibi, kaset hala dönüyor;
“sorum yok soranım yok… yolum yok, yordamım yok. bir çıkmaz sevdadayım, çekip vuranım yok..."
Gitme!!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder