23 Mart 2009 Pazartesi

İzi Kalsın


Küçük bir şehir, küçük bir öğrenci evi;
Hayatı kurcaladığımız, aşktan ve devrimden saatlerce bıkmadan usanmadan konuştuğumuz uzun gecelerden biri. "Beyaz Güzel Marmara şarabı & sade gazoz" ve "muz likörü & süt" kombinasyonları deniyoruz. (Bill Gates beni uyarıyor “kombinasyon” yerine “birleşim” kullanmalıymışım. Gülüyorum …) Hep beraber gülüyoruz, konuşulanlar dün gibi aklımda. Gülüyoruz ama içimde öyle bir yangın var ki; o gülmeler, söndürmek bir yana daha da harlıyor içimdeki ateşi.
O şimdi ne yapıyor?
Şu anda şimdi, şimdi, şimdi..
Evde mi, sokakta mı?
Çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?

Belki de yürüyordur, adımını atmak üzeredir
Her kara günümde onu bana
Tıpış tıpış getiren sevgili
Canımın içi ayaklar
Ve ne düşünüyor, beni mi?
Yoksa ne bileyim
Fasulyenin neden
Bir türlü pişmediğini mi?
diyor “Livaneli…”
Ateşin üstünde etlerim “cızz cızz..” ederek pişiyor sanki. Bir öğrenci evi, üç kişiyiz ve ben seviyorum bir kızı.
Hatırlıyorum; akşamüstleri denizden karaya doğru esen ılık bir rüzgâr gibi her dile getirilişinde okşardı ismi dudaklarımı. Yüzüne baktığınızda en çok liseli küçük bir kız derdiniz muhtemelen, ama o iki sene sonra fizik mühendisi olacaktı. Bana sorarsanız olmalıydı da, çünkü mükemmel derecede iyiydi fiziği… Uzanıp sere serpe yatarken ki halini her karşımda gördüğümde, tanrı ya inanasım gelir, “ Tanrım bu cuma kesin geliyorum yeter ki bunu bana bağışla” derdim. Buna çok gülerdi… Çaldığım bütün şarkılar, okuduğum bütün şiirler onun içindi oysa o küsmüştü bana çocukça…
Gülüşmelerden, yaptığımız devrimlerden fırsatını bulduğumda, her aşk acısı çeken gibi, yaşananları ev ahalisine tekrar tekrar anlatıp bana hak vermelerini beklemekle geçiyordu gece. Ki o zamanlar aşkların henüz teknolojiden nasibini almadığı yıllardı. Yani telefonların bir kez çaldırıldığında “seni seviyorum”, iki kez çaldırıldığında “bende seni” manasına henüz gelmediği, kutlamaların yâda ayrılıkların sadece bir kısa mesajla bile anlatılabilir olmadığı yıllar. Hatta cep telefonu denen nesnenin henüz bu coğrafyada mevcut olması tasavvur bile edilemediği…
Küçük bir şehir, küçük bir öğrenci evi;
Gece küçülüyor, içimdeki yangın sert/ters esen şarkılarında etkisiyle yayılarak “cızzz…” sesi ile yanan hektarların genişlemesine sebep oluyor. Yanan bölgelerin “birinci dereceden yanık” statüsünde, artık kurtarılamayacak duruma gelmesinden endişeli, gözlerinin içine bakarak; odanın içindekilerden beni anlamalarını, yangınımı görmelerini bekliyorum. Sessiz çığlımı duyduklarından mı? Yanık et kokusundan mıdır? Yoksa midemizdeki şarabın gazoz ile tepkimeye girerek, garip bir halet i ruhiye ye bürünmemizden midir bilmem? Durumum için bir çıkar yol, bir çözüm bulma arayışına dalıyoruz…
Karar verildi, elde geriye kalan şaraplarla yola çıkıldı. Gecenin karanlığı, çoktan rem’e dalmış beyinler. Ve rüyalar, kâbuslar içinde soğuk şehir. Balkonlara demirlerle tutturulmuş, gelişi güzel dizilmiş saksılar. Hercailer, patlar, sadece yeşil yapraktan ibaret olanlar. Alternatifler arasından çiçekli olanları en azından yeşil ve diri olanları seçiyorum. Erketede mavi-kırmızı ışık kolluyor gözcülerim. Çiçeklerini aldığım ev sahiplerine “hayırlı bir iş için” diye not bırakmayı düşündüğümü söylüyorum. Yaptığımız şeyin heyecanı ve şarabında etkisiyle öyle bir kahkaha tufanı oluyor ki yakalanmamız an meselesi… Elimizde saksılar koşarak uzaklaşıyoruz… Evlerden kaçış mesafesi uzaklaştığımızı düşünerek, taşıyabileceğimiz maksimum saksılar kucaklarımızda yürüyerek devam ediyoruz yolun kalan kısmına.
Rüzgârlı bloklara yakın bir telefon kulübesi, elde tek jeton hakkı. Israrla çalıyor telefon, uykulu sesi tanıdık geliyor kırmızı gecelerden, “balkona çık” diyorum sadece kapatıyorum. Yürüyoruz birazdan onu görmenin telaşı içimde... Evin önündeyiz, beton çitin üzerine diziyoruz tüm saksıları, güzel görünüyorlar (en azından sarhoş gözüyle…). Fiyakalı bir ıslık sallıyorum gecenin sessizliğine. Mutfak balkonunun ışığı yanıyor. Sinirli bir ifade var sanırım yüzünde (haklı olarak) ama gördüğü manzara karşısında daha fazla tutamıyor kendini gülmeye başlıyor.
+ delisin sen…
Sevdiği şiiri okumaya karar veriyorum ki
- yapma uyandıracaksın herkesi… gülüşüyoruz…
+ bana güzel bir şey söyle..”
- affettin mi..?
+ sanırım…
- Bu senin için. Yakala…
Elimdeki küçük hercai saksısını fırlatıyorum ikinci kat balkonuna. Uyku mahmuru olmasının yanı sıra olan bitenin şaşkınlığı sebep belki de, saksıyı ıska geçiyor küçük elleri. Tam isabet! Sol kaşının üstüne denk gelen saksı, kroşe etkisi yaratıyor küçük yüzünde.
- Bişey oldu mu? kanıyor mu ..?
+ evet..! kaşımı patlattın…
Duyamadığım fakat içinde küfür olduğunu tahmin ettiğim cümleler kuruyor. Bir yandan da gülme sesleri geliyor yattığı yerden… Gülüyor mu? Ağlıyor mu? anlamıyorum? Sanırım her ikisi de…
- otomatiğe bas oraya geliyorum
Yukarı çıkıyorum telaş ve suçluluk içinde. ev arkadaşları da olan bitene uyanmış, akan kanı durdurmaya çalışıyorlar. Karşı ki daireden hafif homurtular geliyor.
- Görebilir miyim..?
Bana bakıyor, tampon yaptığı bezi çekiyor gözünün üstünden, hafifçe sızıyor kan …
+ canımı yakmadan sevemez misin beni..?
- denerim…
+ biliyorum izi kalacak…
Balkona çıkıyorum
- oli..! olm bi taksi bulun…
Hastaneden dönüyoruz arabesk radyolu bir taksinin arka koltuğunda dikişsiz kaşı omuzumda, küçük yüzünü bana çevirip yüzüme bakıyor.
+ Biliyor musun..?
- cık..! bilmiyorum.
+ aslında izi kalsın istiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder